Açık denizlerdeki dram yeniden gündemde!

İlter TURAN
İlter TURAN SİYASET PENCERESİ [email protected]

Yunanistan'da geçtiğimiz hafta yapılan seçimlerde sol kanat popülizminin reddedilmesi ve çok taraflılığı benimseyen merkezcil politikalara ve hukukun egemen olduğu küresel düzene geri dönüş, ülkenin sergilediği siyasi gelişme çizgisinde ani bir değişime neden oldu. Eski bir bankacı olan Kyriakos Miçotakis, merkez sağdaki Yeni Demokrasi Partisi'ni, popüler ve bazılarının popülist olarak nitelediği Alexis Çipras'a karşısında ezici bir zafere taşıdı. Seçim sonuçları piyasaları memnun ederken, AB yanlılarının huzursuzluklarını nispeten yatıştırdı. Ancak Miçotakis bazı ciddi jeopolitik zorluklarla karşı karşıya bulunuyor. Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerilimin tırmanması Ege Denizi semalarındaki it dalaşlarını artırdı. Doğu Akdeniz, bu sütunda daha önce de dile getirdiğimiz gibi, bir hayli kalabalık bir alan haline geldi. Yunanistan'ın liderlik koltuğundaki değişiklik tansiyonu düşürür mü?

İlkin, yeni Yunan hükümetinin Türkiye ile ilişkiler açısından ne anlama geldiğini ele alalım.

Burada çok önemli bir husus yeni bir savunma bakanının atanması. Bu, Türkiye için iyi bir haber çünkü eski Savunma Bakanı ultra milliyetçi Altın Şafak partisine mensup, kışkırtıcı bir şahsiyetti. Bununla birlikte, bakanın değişmesi Yunanistan’ın Türkiye’ye dönük temel politikasının değişeceği ve özellikle Yunanistan ile Türkiye arasında Ege Denizi ile ilgili önemli sorunların aniden ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Yıllardır aşılamayan sorun, Ege’de nasıl bir çözüme varılabileceğidir. Çok boyutlu “Ege Sorunu”nun temelinde iki özellik yatıyor: İlkin, Ege Denizi için çok dar. İkinci olarak, bu dar alanda çok sayıda ada bulunuyor. Bu özellikler bölgede deniz hukuku kurallarının nasıl uygulanacağına ilişkin çetin sorular yaratıyor. Örneğin, adaların kıta sahanlığı olmalı mıdır veya bir adanın kıta sahanlığına sahip olabilmesi için ne büyüklükte olması gerekmektedir? Ege Denizinde en iyimser ifade ile ancak kaya parçaları olarak nitelendirilebilecek formasyonlar var. Yunanistan bu kayalıkların kendi toprağı olan adalar olduğunu ileri sürüyorsa da, bir kısmının aidiyeti uluslararası antlaşmalarla belirlenmiş değil. Muhtemelen Türkiye’nin de bu yerlerde bazı haklara sahip olması söz konusudur.

Ayrıca karasuları konusu da bir sorun teşkil ediyor. Yunanlılar, uluslararası deniz hukukunun onlara 12 millik karasuları hakkı verdiğini savunuyor. Bu iddianın kabulü pratik olarak Türkiye’yi Anadolu topraklarına ile hapsediyor ve ülkemize Ege'de serbest bir alan bırakmıyor. Türkiye'nin pozisyonu karasularının altı milden fazla olamayacağı ve bu sınırı aşmanın 'casus belli,' yani savaş sebebi olduğu merkezindedir. Türk ve Yunan uçakları arasındaki it dalaşının çoğu zaman bu çizgilerin aşılması ve hava sahasının sınırlarının karasularından daha geniş olduğuna ilişkin Yunan iddialarından kaynaklanıyor. Türkiye bu yorumu kabul etmiyor ve bu yüzden uçaklar birbirlerini kovalayıp duruyor. Yine de memnuniyetle ifade edelim ki, bütün bu anlaşmazlıklara rağmen Yunanistan ve Türkiye sıcak bir çatışmaya girmekten uzak duruyor ve anlaşmazlıklarını müzakere yoluyla çözmeye çabalıyorlar.

Gerek Doğu Akdeniz’de sondaj yapma hakkı konusunda Kıbrıs Rum yönetimiyle gerek Ege’de Yunanistan ile işlerin Türkiye'nin arzuladığı şekilde gitmediği görülüyor. Şimdi Yunanistan'ın daha merkezci bir hükümeti olduğuna göre her iki bölgedeki sorunların daha kolay yürüyebileceğini düşünüyor musunuz?

Yunan hükümetinin değişmiş olmasının mutlaka Yunan ve AB politikalarını etkileyeceği sonucuna varılmamalı çünkü zaten AB halihazırda Kıbrıslı Rumların Doğu Akdeniz'deki pozisyonlarını desteklemektedir. AB, kendi ilkelerini ihlal ederek, tüm adayı temsil ettiği varsayımıyla Güney Kıbrıs’ı üyeliğe kabul ettiği için şimdi kendini onu desteklemeye mecbur hissediyor. O zaman şunu sormalıyız: AB ne yapabilir? Askeri seçenekleri sınırlıdır. Peki AB değil de, üye bir ülke - mesela Yunanistan - bir şeyler yapacak mı? Mümkün, ancak olası değil. Yunanistan askeri açıdan Türkiye'ye denk değil. Kanaatimce gerginliği tırmandırmak istemeyecektir. Ancak AB'nin harekete geçirebileceği bir takım yumuşak araçlar var ve bunlar zaten gündeme de geldi: Türkiye'ye sağlanan ekonomik yardımların askıya alınmasını öngören tedbirler.

Türkiye tecrit ediliyormuş gibi görünüyor. AB’nin Kıbrıslı Rumlar ve ABD’nin tarafını tutması belki de anlaşılabilir bir durumdur. Peki neden Rusya?

Türkiye özerk hareket etme girişimleriyle bölgedeki ağırlığını güçlendirmeğe çalışırken, Doğu Akdeniz’deki Rusya ile ABD güç çekişmesinin ortasına düştü. Her iki ülke de Türkiye’nin rolünü genişletmesine karşı çıkıyor. Maalesef, aynı anda birkaç büyük gücü karşına almak sağduyulu ve mantıklı bir dış politika yolu değildir. Türkiye’nin de büyük bir ülke olduğu konusunda tereddüt yok ama diğer büyük ülkelerle mücadele ederken, özellikle ekonominin kırılgan olduğu bir zamanda, olumsuz ilişkiler içine girmek hata olur.

Dünya, çok taraflı, kurallara dayalı bir düzenden her ulusun kendi çıkarlarına göre hareket ettiği çok kutuplu bir sisteme gidiyor. Türkiye için bu bir dezavantaj. İttifaklar oluşturarak büyük ulusları denetlemeye yönelik çok taraflı bir sistem daha iyi bir sistem değil mi?

İki hususa dikkat çekmek isterim: Çok taraflı bir düzenin Türkiye'nin çıkarına olduğu konusunda hem fikirim fakat hukuk kuralların hakim olduğu bir dünyada yaşamak da aynı ölçüde önemli. İki dünya savaşı arasındaki dönemde Türk dış politikası devletler hukukunu esas alan bir anlayışa göre yürütülmüştü. Bu Türkiye’nin hem iç barışını korumasına yardımcı olmuş ve hem de ülkeyi İkinci Dünya Savaşı’ndan uzak tutmuştu. Türkiye, savaştan sonra da uzun süre aynı çizgiyi devam ettirdi. Kurallara uyum üzerine bina edilen sistemler her zaman daha az güçlü olanın lehine çalışır.

Rusya ile ilişkilerini geliştirmeye yönelen Türkiye, çok kutuplu bir dünyayı tercih eden Rusya ile derinleşen ilişkileri nedeniyle kendi elini mi zayıflatıyor?

Bence hatırlanması gereken esas kural, her dış politika sorununda kendinize arka çıkacağını zannederek tek bir büyük güce bağımlı olmanın akılcı olmadığıdır. Son tahlilde, büyük güçler çok taraflı ilişkilere sahip olma eğilimindedirler. Bir tarafa taahhütlerde bulunurken, diğerleriyle olan ilişkilerinin zarar görmemesi için, adımlarını çok dikkatli atarlar. Dış politikayı yapan ve uygulayanlar bu gerçeği daima göz önünde bulundurmak durumundadırlar.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
G7 nereye gidiyor? 04 Eylül 2019