Acı
“Sonra, 24 Aralık 1976’da her şey bitti. Şimdi artık bir ben var bende benden içeri. Deniz, güzelim benim, yalnızım, üzerinde güller açan kızım…
Acıyı yaşadım ben ve yalnızlığı ve sevgisizliği. Bir, ölüm kaldı, o da umurumda değil. Ölüm yaşanmıyor ki…”
Yazısının son cümleleriydi bunlar. Bir trafik kazasında eşiyle birlikte kaybettiği 21 yaşındaki kızı Deniz için yazmıştı. Neredeyse 40 yıl önce okumuştum, asla aklımdan çıkmadı. Mıh gibi tuttum bu sözcükleri belleğimde…
Bugün birden dökülüverdiler. Bir yazı için araştırma yaparken fark ettim ki acıyı yaşayan ve yazan Fethi Naci, içimizde acılar bırakarak aramızdan ayrılalı 10 yıl olmuş… Öyle çok anımız var ki… Ama önce “acı”yı anlattığı bir başka yazısından birkaç satır:
“Acı, yalındır. Yalın ve katı. Gerçek acıyı yaşayanlar, acıyı süslemeden, bütün yalınlığıyla anlatabilenlerdir. Ancak o zaman işler acı bizim de içimize, bizi çarpar.
(…)
Sevince benzemez acı, bölüşülemez. Bunu bilmek ve acıyı adam gibi yaşamak gerekir.
Acıyı yaşamak, kederli bir maskeyüzle dolaşmak, durmadan somurtmak değildir; acıyı gerçekte yaşayan ‘başkaları ne der?’ kaygısını çoktan aşmıştır; bunun için güler de, türküler de söyler, sinemaya, tiyatroya da gider… Ve birden, hiç beklenmedik bir anda, bir durum, bir davranış, bir söz, bir ezgi herhangi bir şey… Artık olan olmuştur! Ve artık Fuentes’in tümcesini (‘Alçaktan uçun martıların nöbet tuttuğu deniz…’) gönlünce değiştirebilir…
(…)
Yaşanmış her acı, gerçekte, bir özel addır: Deniz gibi, Bülent gibi…
Gerçek acının tek ölçütü var: Ölüm korkusunu yok etmesi. Hâlâ ölümden korkuyorsanız bilin ki gerçek acıyı yaşamamışsınız.
Karşılaştırılamayacak tek şey belki de acıdır; ‘benimki şöyle, seninki böyle’ diye söz edilemez acıdan.
Acı, aşılamaz. Acıya dayanabilmenin tek yolu acıyı çalışmaya, bir şey yaratmaya dönüştürebilmektir.
Acıyı bilen ve sözünü tutan bir şairin, Behçet Necatigil’in bir çığlık dizesiyle bitsin bu yazı:
Bıkmışım ölümlerden ölmeyin benden önce.”
Takılıp kaldım sözcüklerine… İçimde büyük acılar; daha çok yeni sevgili “şair”i, Refik Durbaş’ı kaybettik… Sarsıla sarsıla ağladım öğrendiğimde… Eksildim, soluk alamadım… Hemen birkaç gün sonra arkadaşımız galerici sevgili Evin İyem çok genç yaşta bizleri bırakıp gitti…
Ve dün, tiyatrocu sevgili Candan Sabuncu sonsuzluğa göçtü…
Yüreğimde, beynimde o acılarla Fethi Naci’nin “Faruk Şüyün’e sevgiyle” diye imzaladığı kitapların sayfaları arasına biraz daha gömüldüm:
“Ama artık her yıl 1 Mayıs’ta Çamlıca’ya çıkmak gelmiyor içimden. ‘Bu yıl da gelincikleri gördüm, gene yırttık bir yıl daha’ diye o bildik şakayı yapmak isteği de… Yıllar geçiyor, 1 Mayıs’lar geliyor, gelincikler açıyor, ‘Fakat içimdeki şarkı bitti.’ Sadece 1 Mayıs’lar yaklaşırken o unutulmaz çocuksu ses gitgide daha acıtıcı oluyor, özlem gitgide daha dayanılmaz oluyor:
‘…sakın üzülme, burada çok var, senin için epey topladım, akşama getiririm baba…’”
Eşi sevgili Lale, büyük sevgisiyle bu acıyı biraz olsun hafifletmeye, dayanılmazlığını azaltmaya çalıştı. Ve o, bu “büyük acı”sıyla 32 yıl daha yaşadı ölümden hiç korkmadan…
80’lerde ben de yanlarında oldum kimi zaman.
Bodrum’da “o akıl almaz güzellikte sarı ışık Bodrum Kalesi’ne vurunca” buluşurduk. Yazar, sanatçı dostlar da gelirdi. Gece yarısını çoktan geçtiğinde Jazz Cafe’ye uğrayıp kahvelerimizi içtikten sonra mutlu bir şekilde ayrılırdım onlardan otelime dönmek için. Bodrum’da kaldığım sürece bu akşamlar tekrarlanırdı. Sükûn ve huzuru yaşardım yanlarında Bodrum’un tüm kalabalıklığına, gürültüsüne, kargaşasına rağmen…
Hep söylerim kentleri güzelleştiren insanlardır. Giresunluydu; Bodrum’u, sonraları Cunda’yı, tabii İstanbul’u güzelleştirdi Fethi Naci… Tıpkı Refik Durbaş gibi, tıpkı Evin İyem gibi… Tıpkı Candan Sabuncu gibi… Tıpkı gittikten sonra şehirlerini öksüz bırakan diğer dostlarım gibi… Onları çok özlüyorum…