Acemoğlu'nun büyüme ve refah analizi
James Robinson ile birlikte yazdıkları "Why Nations Fail?" kitabını ilk okumalarımdan beri Daron Acemoğlu'nu çok tuttum. Nasıl tutmayayım ki son yirmi yıldır konuşmacı, panelist ya da son on yılda bu köşede olduğu gibi yazar olduğum tüm platformlarda tanımlamaya ve savunmaya çalıştığım temel argümanların neredeyse hepsini içeren ve zaman/mekan bazında son derece kapsamlı ve bu nedenle çok değerli bir analiz sundular refah, yoksulluk ve büyüme ile ilgilenen herkese. Acemoğlu'nun geçen hafta Odeabank'ın ev sahipliğinde bir konferansını izledim.
Doğrusunu isterseniz, mecburen yardımlarına ihtiyaç duyduğumuz uluslararası kurumlar tarafından paket program şeklinde verilmedikçe kendi başımıza pek ilgilenmediğimiz yapısal ve kurumsal zaaflar gibi karmaşık, zaman alıcı ve külfetli sorunlar yerine kısa vadede sonuç verecek ya da hiç değilse bu izlenimi uyandıracak sihirli formüller peşindeki politikacılarımızın, sonsuz ve sonuçsuz konjonktür tartışmalarıyla oyalanan akademya ve medyamızın, rekabetçilik ve inovasyon yerine ranta odaklanan iş dünyamızın yarattığı yorucu ve bunaltıcı gündemin ortasında çok da iyi geldi, ferahladım. Acemoğlu'nun net ve yalın bir dille sunduğu ve sorular üzerine genişlettiği analizini ana çizgileriyle irdelemek, bu köşenin misyonuna da uygun ve yararlı olacak.
Kapsayıcı ya da dışlayıcı kurumlar
Acemoğlu ve Robinson'un ana tezi, geçmişten bugüne dünya üzerinde ülkeler arasındaki kalkınma ve refah farklılıklarının temel dinamiğinin ülkedeki kurumların düzeyi ve niteliği olduğu. Kurumlardan kasıt üretim araçlarının mülkiyeti, hukuk devleti, yönetimde ve mevzuatta açıklık ve saydamlık, fırsat ve eğitim eşitliği, eğitim kalitesi, piyasa serbestliği ve rekabet gibi, benim de öteden beri "kurumsal altyapı" diye adlandırdığım unsurlar. Bu unsurlar ne kadar "kapsayıcı" ise, yani toplumun ne kadar büyük çoğunluğunun yararlanmasını sağlıyorsa büyüme ve kalkınma da o kadar kaliteli ve kalıcı oluyor. Kapsayıcılık, bu anlamda demokrasiyi de içeren, ama ondan daha geniş bir kavram. Hesap verme kültürünü ve güçlü sivil toplumu gerektiriyor. Kapsayıcı büyüme esas itibariyle yeniliğe ve yaratıcılığa dayanıyor, çünkü toplumun bütün potansiyelini harekete geçiriyor. Ben de bunu daha çok "katılımcı toplum" diye tanımlamıştım. Bu açıdan diğer Asya kaplanlarının tersine Çin örneğini henüz tartışmalı ve kanıtlanmamış saydıklarını da not etmeliyiz.
Ancak çoğu zaman gözlenen büyüme ya da kalkınma örnekleri bu nitelikte değil; Acemoğlu'nun deyimiyle dışlayıcı (ya da sömürücü/zorlayıcı) nitelikte kurumlara dayanıyor, bu nedenle potansiyeline oranla yeterince yüksek ve sürdürülebilir olamıyor, sık sık krizlerle kesiliyor. Dışlayıcı büyüme, gücü çok sınırlı bir kesimin elinde topluyor. Önceki yüzyıllarda çok zengin olan bazı ülkelerin bunu sürdürememelerini de bununla açıklıyor. Diktatörlerin kurumlar üzerindeki tüm kontrolü yandaşlarına verdiği Latin Amerika halen bu konuda iyi bir örnek olarak duruyor. Dışlayıcı büyümenin olduğu bütün ülkelerde rekabet kısıtlı ve tekeller yaygın. Kurumların niteliğine dayanan bu analize yurt dışında yöneltilen en önemli eleştiri, büyümenin dayandığı diğer faktörleri görmezden gelmesi ve fazla soyutlama yapması. Ancak uzun vadeli, sürdürülebilir büyümeden söz ediyorsak diğer faktörlere oranla kurumların niteliği ile ilgili bu analizin üstünlüğü açık. Dünya üzerindeki farklı başarı hikayelerine bakınca ne coğrafya’nın, ne muhtemelen sebepten çok sonuç olan kültür'ün, hatta ne de doğal kaynakların ortak bir unsur olmadığı anlaşılıyor. Yani aynı coğrafi konuma, kültür ailesine veya doğal kaynak zenginliği sahip ülkelerden bazısı kalkınmada başarılı, bazısı başarısız olabiliyor. Oysa başarısız ya da büyümesi kesintiye uğrayan ülkelerde genellikle çarpık modernleşme, eşitsiz eğitim, yolsuzluk ve ölçüsüz devlet kontrolü gibi dışlayıcı kurumlar gözlenirken başta ABD olmak üzere başarılı modellerin hemen hepsinde rekabetçi ve teknolojik yeniliği özendiren kapsayıcı kurumlar söz konusu.
Başarı hikayelerinin ortak özelliği
Benim özel olarak açıklanmaya muhtaç gördüğüm bir nokta da şu: Kapsayıcı kurumların, yani toplumsal katılımın ve insan kaynağı potansiyelinin yeterince gelişmediği eski dönemlerde teknolojik devrimlerle sağlanan gelişme ve kalkınmayı nasıl tanımlayacağız? Acemoğlu'nu dinleyince bunun da makul bir cevabı olduğu sonucuna vardım. Çünkü yeni teknolojilerin geliştirildiği yerler de o dönemin nispeten en gelişmiş kurumlarının ve özgürlüklerinin bulunduğu ülkeler. Ayrıca geçmişteki teknolojik değişim, bugüne oranla çok daha ağır bir tempoda yani büyük zaman aralıklarıyla gerçekleşmiş; sebep te o zamanlarda toplumsal potansiyelin ancak küçük bir bölümünün kapsanabilmiş olması.
Türkiye örneği
Türkiye açısından sorunun kökünün geçmiş yüzyıllara, yani Osmanlı dönemine uzandığını düşünüyor Acemoğlu. Gerçekten de Osmanlı toplum yapısında sivil toplumun ve katılımın çok düşük olduğu, kurumlar üzerinde sınırlı bir elitin elindeki devlet kontrolünün mutlak olduğunu biliyoruz. Öte yandan 2002 sonrasında daha istikrarlı ve yüksek bir büyüme kaydedilmesinin de daha kapsayıcı bir model uygulanmasından kaynaklandığını belirtiyor. Bununla birlikte büyümenin tabanının hala yeterince geniş olmadığını, ancak büyük ölçekli şirketlerin ve büyük şehirlerin kapsanabildiğini vurguluyor.
Acemoğlu ve çoğu ülkenin neden yeterince kalkınamadığını irdeleyen analizi, Türkiye'de sürekli karşılaştığımız kafa karışıklıklarından kurtulmak için de yararlı bir rehberlik sağlayabilir. Yetkilerin ve gücün yerele dağılacağına giderek merkezde toplandığı, bürokrasinin ve mevzuatın zorlayıcı, rekabetin ve eğitimin yetersiz olduğu mevcut resmi değiştiremezsek, küresel değişimin çok hızlanacağı önümüzdeki 5-10 yıllık dönemde şu andaki konumunu dahi arar hale gelebilir. Sağlanan dış kaynakların ve yatırımların da tüketime değil, teknolojiye ve yüksek katma değerli ihracata yönlendirilmesi ancak toplumsal potansiyelden daha fazla yararlanma ile mümkün olacaktır.