AB ile yeniden
Avrupa Birliği üyesi ülkelerde seçimler ardı ardına yapıldı. Önce Fransa’da Cumhurbaşkanlığı seçimi gerçekleşti. Daha sonra Hollanda ve Almanya, nihayetinde de Avusturya’da seçim sürece sona erdi. Seçim dönemlerinde nasıl ülkemizde partiler karşılıklı salvolar atarlar ise, ya da sıradan yurttaşın duygularını tetikleyecek olguları ortaya dökülürse, bu ülkelerde de bizdeki kadar şiddetli ve kaba olmasa da benzer davranış biçimleri gözlemlendi. Bu seçimlerde göçmenler ve Türkiye siyasal partilerce bolca malzeme olarak kullanıldı.
Artık seçimler tamamlandı. Hükümetler yavaş yavaş kuruluyor. Göçmenleri ve Türkiye’ye yönelik sert tutum içinde olan partiler istediklerini tam olarak alamadılar. Her üç ülkede de koalisyon hükümetleri kurulacak. Türkiye’de pek sevilmez fakat koalisyon hükümetleri iyidir. Çünkü her siyasi partinin sivri uçları koalisyonlarda törpülenir.
Dolayısıyla AB’de hükümetlerinde sivrilikler daha da zayıflamış hale gelecek. Türkiye için şimdi yeniden bir atağa kalkma fırsatı doğdu. AB’ye “kararınızı verin, tam üye alacak mısınız, almıyorsanız biz farklı yöne kayarız” gibi keskin ifadeler kullanarak kozu AB’deki Türkiye karşıtlarına bırakmayalım. Bu tavır Türk halkının gözünde kısa dönemde prim yapsa da, uzun dönemde tam tersi bir etki doğurur. Çünkü bu ülkenin muhafazakarının da, liberalinin de, sosyalistinin yönü Batı’dır. Batılılaşma, Batı ile eklemlenme Türk halkının bir anlamda genetiğine işlemiştir. Bu yeni bir olgu da değil. Tarihe meraklı okuyucularım kabul eder mi, ama batıya yönelme 1071 ile başladı. Osmanlı Devleti’nde doğuya ilgi ise Yavuz Sultan Selim ile başladı, ancak bu ilgi kesintili oldu. Osmanlı’nın son dönemleri ise batılılaşma mücadelesi ile geçti.
Cumhuriyet döneminde ise batılılaşma Mustafa Kemal ATATÜRK’ün önderliğinde kurumsal, kültürel ve sosyal boyuta taşındı. Unutmayalım 1958 yılında AB’ne ilk başvuruyu muhafazakar Demokrat Parti yapmıştı. 1963 Ankara Antlaşması bir koalisyon hükümeti tarafından imzalandı. Nihayetinde de tam üyelik görüşmelerine de Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı döneminde başlandı.
Dış politika da keskinlik sorun yaratır. Türkiye bunu son olarak Rusya ile yaşadı. Yanlıştı, ki iyi kriz uzun sürmedi. Buradan yola çıkarak AB ile kestirip atmak yerine tam aksine onlardan daha hızlı davranabiliriz. Yani tam üyelik koşullarını yerine getirmeye yönelik adımları atabiliriz. 1999-2002 yılları arasında AB ile uyum yasalarının ne kadar hızlı yapıldığını düşünürsek, benzer bir atağa şimdi de girişilebilir. Ancak bu defa işin kültür, eğitim ve sosyal boyutuna öncelik verilmeli. Böylece Türk halkının da, AB’li olmanın ne demek olduğu anlaması sağlanmış olur.
Bu işi savsaklamanın anlamı da yok. Çünkü er ya da geç bu ülkenin insanı mekan boyutundaki Avrupalılığını, kurumsal, sosyal ve ekonomik boyuta da taşıyacak. Yani direnmek anlamsız. Bu savımı güçlü bir sesle ifade ediyorum. Zira ülkemizin geleceği gençlerin yüzü batıya dönük. Bu bakışın anlamını anlatabilirsek, düşünce boyutunu eyleme dönüştürürsek (eğitimden, spora, müziğe), hukuk sistemini ve özgürlük alanını genişletmeyi de hızla tamamlarsak, şu cümleyi daha rahat söyleyebilir:
“Biz Avrupalıyız, birliğin içinde olsak da olmasak da”.