AB: Bir "Kaybedenler" Kulübüne doğru mu?
Salı günü tüm gün boyunca piyasalar oldukça absürd bir konuya odaklandılar: Slovak parlamentosunun Avrupa Finansal İstikrar Fonu'nun (EFSF) genişletilmesi yönünde karar alması. Bilindiği gibi daha önce Euro bölgesi ülkelerinin tamamı söz konusu yasayı parlamentolarından geçirmiş, geriye sadece Slovakya kalmıştı. Ancak AB'nin en küçük (toplam nüfusu 5.5 milyon) ve en fakir ekonomilerinden biri olan Slovakya koalisyonla yönetilen bir ülke. Neticede, koalisyonun ana ortaklarından ortanın sağında yer alan serbest piyasacı Özgürlük ve Dayanışma Partisi (SaS) değişikliğe onay vermeyince, yasa parlamentodan geçmedi. Öte yandan bu durum piyasaları beklendiği kadar rahatsız da etmedi (hatta euro'nun değerlenmesi hızlandı bile) çünkü muhalefetteki sol partinin lideri tipik bir siyaset manevrası ile aslında EFSF'ye destek vermesine rağmen parlamentoda "hayır" kullanarak oylamayı aynı zamanda bir güvenoyu oylamasına dönüştüren Radicova Hükümetinin düşmesini amaçlıyordu. Artık hükümet düştüğü için muhalefet de destek verecek, ve büyük bir ihtimalle yasa bu hafta içinde parlamentodan geçmiş olacak.
Peki, bütün bu gelişmeler ışığında AB'nin geleceği konusunda hâlâ iyimser olmak mümkün mü? AB bu birlik görüntüsünden çok uzak yapısıyla nereye kadar gidebilir? Ulus-Devlet yapısını koruma pahasına, küçük ülkelere daha fazla ne kadar söz hakkı verilebilir? Yaşam standartları, ekonomilerinin altyapısı ve halkın bekleyişleri bu kadar farklı ülkelerin ortak kararlar alması ne kadar mümkün? Bugün konu EFSF, peki yarın başka bir uyuşmazlık konusu ortaya çıktığında ne olacak? Ortak karar alabilmek için her seferinde muhalif ülkelere baskı mı yapılacak? Özellikle bazı iktisadi kararların çok hızla alınmasını gerektiren günümüzün dünyasında AB'nin hantal yapısı sorunları çözebilir mi? Sorular böyle uzayıp gidiyor. Açıkçası, bütün bu sorular euro'nun ve hatta AB'nin geleceği konusunda çok iyimser olmayı imkansız kılmakta.
EFSF ile doğrudan bağlantılı bir konuya Yunanistan konusuna gelirsek, artık bu ülkenin iflasını ilan etmek dışında herhangi bir çıkar yolu olmadığı ortada. Zaten, EFSF de dahil tüm hazırlıklar böyle bir iflas durumunu kazasız belasız bir şekilde yönetmeye yönelik. Tabii, pek çok Avrupa bankası ciddi miktarda Yunanistan tahvilini elinde bulundurmakta. Yapılan hesaplamalara göre Yunanistan'ın borçlarının %60'ını silerek bir yeniden yapılandırmaya gitmesi halinde 45 Avrupa bankasının Sermaye Yeterlilik Rasyolarını minimum seviye olan %7'de tutabilmeleri için 80 milyar euro kadar bir ek sermayeye ihtiyaçları olacak. (Doğal olarak bu sermaye ihtiyacının 30 milyar euro'dan fazlası doğrudan Yunan bankalarının.) Her ne kadar gereken ek sermayenin öncelikle piyasalar yoluyla karşılanması planlanıyorsa da, günün sonunda EFSF'nin bu amaçla kullanılması kaçınılmaz gözüküyor.
Peki, Yunanistan'ın iflası Avrupa'nın sorunlarının bittiği anlamına geliyor mu? Kısa vadede belki evet, ama uzun vadede hayır. Evet, çünkü Yunanistan'ın iflasıyla piyasalarda neredeyse 3 seneden beri süren büyük bir belirsizlik ortadan kalkmış olacak, ve herkes bir AB ülkesinin iflasının Dünya'nın (ve de euro'nun) sonu olmadığını anlayacak. Ayrıca, iflas artık piyasaların her AB ülkesini kendi ekonomik şartları içinde değerlendirip, ülke tahvillerini buna göre fiyatlamasını da beraberinde getirecek. (Zaten uzun zamandır "de facto" böyle bir durum oluşmuştu.) Öte yandan, bu iflasın uzun vadede AB'nin çıkarına olacak olan üye ülkelerin maliye politikalarının yeknesaklaştırılması ve hatta kısmen merkezileştirilmesi çabalarına bir darbe vuracağı da kesin. Her ülkenin risklerinin piyasa tarafından ayrı ayrı değerlendirilmesi üye ülkelerin piyasa disiplini içinde hareket etmelerini teşvik edeceği gibi, ülke iflaslarının batan ülke açısından büyük bir külfet getirmemesi disiplinsizlikleri artırıcı bir etmen bile olabilir. Gerçek şu ki, artık piyasaların Devlet tahvili risklerini "sıfır" risk olarak görmeleri dönemi geride kaldı. Nasıl ki, 90'lı yıllarda Türkiye'de teorik olarak en düşük riske, dolayısıyla da en düşük faize sahip olması gereken devlet tahvillerinin faizleri Bütçe'nin o günlerdeki sürdürülemez durumunu yansıtır bir şekilde piyasadaki en yüksek faiz idiyse, aynı şekilde bugün mali durumu iyi olmayan bir Avrupa ülkesinin devlet tahvili faizleri de yüksek olacaktır. Ayrıca, nasıl bir özel sektör şirketi battığında kreditörler alacaklarının çok az bir kısmını geriye alabiliyorlarsa, bir AB devleti battığında da aynı şartlar geçerli olacak. (Emperyalist dönemlerde bu geri ödeme problemi "kapitülasyonlar" yoluyla çözülürdü).
Yazının başlığındaki soruya geri dönersek: AB bir kaybedenler (İngilizce tabiriyle "losers") kulübü olmaya doğru gidiyor mu? 1993'de Maastricht Anlaşması'nın resmen yürürlüğe girmesinden sonra AB'nin birliği hızlı bir şekilde genişletme kararı alarak yeni üyelerin iktisadi uyumluluğunu gözetmeden üye sayısını 12'den 27'e çıkarması stratejik bir hataydı. Açıkçası yeni üyelerin AB'ye sinerjik olarak hiçbir katkısı olmadığı, aksine başta Almanya olmak üzere mevcut üye ülkelere büyük bir yük getirdiği ortada. Böyle kalabalık bir oluşumda, Avrupa Parlamentosu'nun gücünü artırmak yerine, kararları ulusal yönetimlere bırakmak ve üstelik tüm önemli kararlarda tüm ülkelere eşit oy hakkı vermek ve hatta kararların oy birliği ile alınmasını şart koşmak bir başka hata idi. Böyle bir oluşumda, her üye ülkenin AP'nin siyasi olarak mutlak karar merci olduğunu kendi Anayasası dahilinde kabul etmesi gerekir(di). AB belki de bir bakıma kendi erken başarısının kurbanı oluyor.