50 Kuşağı üzerine…
TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı Onur Yazarı Adnan Özyalçıner. Tema’sı “Edebiyatımızda 50 Kuşağı.” 2-10 Kasım tarihleri arasında 9 gün boyunca fuardaki çeşitli etkinliklerde 50 Kuşağı konuşulacak…
Bu sene de Kitap Fuarı Onur Yazarı kitabını ben hazırlıyorum… Bahardan bu yana Adnan Özyalçıner’le buluşuyor, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti lokali ve İstanbul’un farklı semtlerinde sohbetler ediyoruz… “Mahallem İstanbul” adını taşıyacak olan kitap, bitmek üzere, son rotuşlarını yapıyorum… Her sene olduğu gibi bu kez de içinden tadımlık bir bölümü bu köşeye almak istiyorum. Özyalçıner’e, “50 Kuşağı, farklı tarzlarda yazmalarına, hatta zaman içinde dünyagörüşlerinin farklılaşmasına, birbirlerine rakip olmalarına rağmen birbirlerini hep desteklediler, tam bir kuşak gibi davrandılar, birbirlerini hiç bırakmadılar… Doğrusu, sizlere gıpta ile bakıyorum” deyince bakın neler anlatıyor:
“Bu kuşağı yükselten 1960 dönüşümü oldu. Bu dönüşümle birlikte Türkiye’de kültürel patlama yaşandı. Bu durum, 50 Kuşağı’nın birbirine daha sıkı biçimde kenetledi. Bu kuşağın içinde yalnız yazarlar yoktu ki, meselâ Müjdat Gezen, Ali Poyrazoğlu, Savaş Dinçel gibi aktörler vardı; meselâ Mehmet Güleryüz gibi ressamlar bulunuyordu. Yani aslında biz; yazarlar, aktörler, ressamlar, müzisyenler hep bir aradaydık ve Yenikapı kahvesinde buluşuyorduk… Sonra 60 Kuşağı’nda Sennur Sezer, Eray Canberk, Aydın Hatipoğlu gibi edebiyatçılar geldi.
Bu kenetlenme hiçbir zaman çözülmedi. Bu, bir kültürel birleşmeydi aslında. Düşünce yönünde, ideolojik açıdan ne kadar ayrım olursa olsun öyle bir yönü vardı. Bundan sonraki dönemlerde bir daha hiç kimse bu şekilde bir araya gelmedi.
Biz, Sartre okuyorduk, Varoluşçuluk’un genel felsefesini biliyorduk. Selahattin Hilav, Paris’ten geldiği zaman biz A dergisinde özel bir sayı yaptık Varoluşçuluk üzerine. O zaman öğrendik ki Kirkegaard gibi başka Varoluşçular da varmış…
Bu arada biz, Amerikalı yazarları da okuyorduk. Amerika’nın öteki yüzü diye okuyorduk; Hemingway, Faulkner, Caldwell bizim için Amerika’nın öteki yüzüydü. Bu yazarlardan da, Varoluşçulardan da, Fransız edebiyatından Andre Gide, Montherlant, Camus gibi pek çok yazardan da , Alman edebiyatından da gelen çok şey vardı. Malte Laurids Brigge’nin Notları bizim 50 Kuşağı’nın başucu kitabıydı. Çünkü, yazdıklarındaki üslûp, bizi çok ilgilendiriyordu. Herkesin meselesi üslûptu ve farklı biçimde anlatmak, ortaya koymak istiyorlardı.
Sinema da bizi çok etkiliyordu. Özellikle Neorealist filmler. Fellini’nin Sonsuz Sokaklar’ını Kemal Özer, Ülkü Tamer, Onat Kutlar ve ben, bu dört kişi bir değil, birkaç kere izledik… Sonra uzun uzun konuştuk Fellini neyi anlatıyor, nasıl anlatıyor? Bütün meselemiz, nasıl anlatılacağıydı.
Bence o filmler de bizi etkiledi. Meselâ Vittorio De Sica’nın Milano Mucizesi beni çok etkileyen bir filmdi. Orada yoksul bir mahallede yaşayan insanların bulunduğu topraklardan bir gün petrol çıkması, ondan sonra yaşamın değişmesi anlatılıyordu.
Beş hikâyeden oluşan Napoli Altını diye bir film izledik. Sonra, Ülkü ile birlikte dedik ki “biz de böyle bir film yapalım; İstanbul Altını diyelim, beş öykü düşünelim.” Düşündük de ciddi ciddi, ama sonra yapamadık, öyle kaldı.
Şunu söylemek istiyorum, o filmler, bizim yazma biçimimizi etkiledi. Milano Mucizesi’ndeki değişim neyse, bizim öykülerimizdeki değişim de odur aslında. Daha derinlemesine bakmak, daha inceleyici olmak; yani yüzeysel olarak değil, derinsel olarak yazmak…
Dediğim gibi 50 Kuşağı’ndaki gibi bir araya geliş bir daha olmaz; başka kuşaklar gelir, ama öyle bir araya geliş yaşanmaz. Hiç kavga etmedik, hiç birbirini kıskanan, birbirini ispiyonlayan insanlar olmadık. O dönem için böyle olması normaldi, ama şu an yaşananları gördükçe bugün normal değil, diye düşünüyorum.”