45'likleri dinlerken...

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK [email protected]

Bugünlerde 45'liklerini belki yüzüncü, belki beş yüzüncü kez yeniden, yeniden çalıyorum: Oyun Havası (1967), Emrah (1967), Hudey (1967), Karacaoğlan (1967), Suya Giden Allı Gelin (1967), Ayşen (1967), Ümit Tarlaları (1967), Hikâye (1968), İstanbul'u Dinliyorum (1968), Oy Babo (1968), Resimdeki Gözyaşları (1968)...

Şimdi hemen tanıdınız sanırım, hani "Bir Gün Belki Hayattan" diye başlayan o şarkının yorumcusu... Evet, evet bildiniz Cem Karaca'dan söz ediyorum... Tam 44 yıl önce çıkmış ilk 45'liği... Günlerdir dinlediğim, yıllardır arşivlediğim onlarca plağın ismiyle yazıyı doldurmak istemediğim için yalnızca 10-11'ini saydım burada...

Ben, hepsini dinliyorum... Saatlerce Cem Karaca söylüyor... Duygulanıyorum, efkârlanıyorum, kızıyorum, seviniyorum... Neredeyse her şarkının bir hikâyesi var hayatımda... Plakların çıtırtıları bile bir yerlere taşıyor ruhumu desem abartmış olmam...

Onu bilinçli bir şekilde izlemeye 70'lerin başında başladığımı düşünecek olursa 40 yıllık dinleyicisiyim ve hiç mi hiç eskimedi bende...

İlkim Karaca, telefon rehberinde "F" harfi sayfasının en üstünde benim telefonum olduğunu söylerken; çok, ama çok erken (59 yaşında) gitmesinin ardından bir şapkasını, bir güneş gözlüğünü, bir tespihini, kalemliğini getirdiğinde kutsal bir emaneti teslim alır gibi mutlu olmuş, gururlanmıştım...

Taksim Meydanı'nda, Atatürk Kültür Merkezi'nin önünde, arabamla evine bırakacağım gece (bir zamanlar otomobilimi AKM'nin tam giriş kapısının önüne park ederdim!) "Bu Son Olsun"u söylediğinde nasıl dans etmiştim sevdiğim kadınla o geç saatte...

Türkiye'ye döndükten sonra buluştuğumuzda otomobilinin kasetçalarından bana "Die Kanaken"i dinlettiğinde nasıl heyecanlanmıştım... Yine o günlerde ilk söyleşilerinden birini, o zamanlar Cağaloğlu Narlıbahçe Sokak'taki Dünya Gazetesi'ne gelip benimle yapmıştı, birlikte çektirdiğimiz fotoğraf, kimbilir nerelerde?

Sonra, "Töre"nin kayıtları için stüdyodayken Haliç'i seyrettiğimiz o akşamüstü bir parçanın bitişine – haddim olmayarak - müdahale edişim ve benim istediğim gibi plağa girmesi... Nasıl sevinmiştim...

Tabii çok daha gerilerde, devrimci gecelerde verdiği o konserler... Ve Türkiye'den ayrılmadan önceki böyle bir etkinlikte yaşanan anlamsız tepkiler karşısında onu korumak için kolkola girerek kulise götürüşümüz...

Aslında her şey, 1970'lerin ortalarında sevgili Toktamış Abi'min (Ateş) ağabeyi Ertunga Bey'in şiirlerini "acaba besteler mi?" diye ona götürmemle başlamıştı... Önce telefon konuşmaları, sonra kopyaların teslimi... Hayranı olduğum sanatçı ile ahbaplık için ilk kanat alıştırmalarıydı...

Şimdi düşünüyorum da ben halk musikisini sevmişsem, türküleri bugün de keyifle dinliyorsam, Cem Karaca'nın o yıllarda yorumladığı türkülerin payı çok büyüktür...

Fatih Şehir Tiyatrosu'ndaki Galileo Galilei oyununa gitmemdeki nedenlerinden birisi de müziklerini Cem Karaca'nın yapmasıydı... Varsa o kayıtları bulmayı, yeniden dinlemeyi çok isterim...

Tabii konserler... Genellikle yazları Bağdat Caddesi'ndeki yazlık Budak Sineması'nda; kışları ise Beyoğlu'ndaki Fitaş'ta... Elimizde ilkel teypler ile gidip perdeye yansıtılan görüntüleri hayranlıkla izleyerek konseri gizlice kaydeder, sonra defalarca, defalarca evde dinlerdik...

Çünkü, her defasında başka türlü yorumlardı Cem Karaca şarkılarını o konserlerde... Tıpkı o yıllarda posterleri duvarlarımızda asılı olan Deep Purplelar, Pink Floydlar, Uriah Heepler gibi...

Ya daha yakın tarihlerde Gülhane Parkı'ndaki konserler... Kuliste, viskisini yudumlayan Cem Karaca'ya eşlik etmenin keyfi... En ön sırada anne Toto Karaca, oğlunu nasıl gururla alkışlar, şarkılara binlerce kişiyle birlikte eşlik ederdi...

Cem Karaca deyince anlatacağım o kadar çok şey var ki... Şu anda "Emmoğlu"yu söylüyor arkada... Bir sonraki parça acaba hangisi olacak? Çünkü, biraz önce diğer kayıtlara geçtim ve rastlantısal olarak çaldırıyorum...

Sonuçta, 40 sene sonra da bir tek Cem Karaca'nın müziğini hiç eksilmeyen, artan bir sevgiyle dinliyorum...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar