25 yıl önce yitirdiğimiz üç ustaya…
Çeyrek asır geçmiş silahşor ruhlu, çelebi üç insanı yitireli: Tarık Buğra, Cihat Burak, Bilge Olgaç’tan söz ediyorum… 1994’te onlar için yine bu köşede, Odak’ta yazmaya çalışmıştım. İşte, Tarık Buğra’nın ardından hasta yatağında yatarken ki, günlerini anlattığım satırlardan:
“Gözleri, pırıl pırıl dimağını yansıtıyordu. Ama yüzü… O da bedeni gibi çökmüştü. Neyse ki çok büyük acısı yoktu. On beş dakika kadar oturabildik, bir o kadar da cümle konuştuk… ‘Kafamdan o kadar çok şey geçiyor ki, ama…’ Sonrası bir el hareketi, bitkinliğini olanca korkunçluğuyla yansıtan bir el hareketi…
(…)
O, tanıdığım son on yılı; tanımadığım, ancak okuyup öğrendiğim, canlı tanıklarından dinlediğim önceki elli yılıyla bir onur adamıydı… Hiçbir zaman boyun eğmemiş, bu nedenle de ‘ötekiler’ gibi servet sahibi olmamış, mütevazı bir kooperatif evinde, - o da yıllar sonra- oturmayı yeğlemişti. Ne devlete, ne özel sektöre mütanaası vardı…
Bu nedenle de cenazesi ‘çok görkemli!’ olmadı…”
Yine aynı yıl, hemen aynı günlerde ressam Cihat Burak’ı yitirmiştik:
“Onu en İstanbul çelebisi halinde, şimdi han olan Krepen Pasajı’nda ya da Kadıköy’deki Fıçı’da ya da bir başka lokantada, önünde içkisiyle görür, bir-iki satır mutlaka konuşur, bazen de eşlik ederdim. Ancak, çoğu kez yalnız olurdu, yalnızlığı tercih ederdi, çünkü günlük gazeteleri orada okurdu…
(…)
Her konuştuğu, her anlattığı damıtılmış bir zekânın ürünüydü…”
Ve çoğu gazetede şu sözcüklerle yalnızca tek sütün haber olan usta yönetmen Bilge Olgaç:
“Türk sinemasının ilk ve en çok film çeken kadın yönetmeni Bilge Olgaç, geçtiğimiz akşam talihsiz bir ölüm sonucu aramızdan ayrıldı… Evinde çıkan yangın sonucu yanarak ölen Bilge Olgaç, 1962 yılında ‘Kısmetin En Güzeli’ adlı film senaryosunu yazmış ve Memduh Ün’ün asistanı olarak sinemaya adımını atmıştı.”
İnsanlar, bu dünyadan ayrıldıktan sonra; hele aradan çeyrek asır geçince üzerlerine yazı yazanlar, onları ananlar o kadar azalıyor ki… Belki de bu, bir “ananke”… Bu sözcüğü, Cihat Burak’ın bir öyküsünde de okumuştum. Latince “kader, kaçınılmazlık” anlamına geliyor. Victor Hugo’nun esin anahtarlarından biri olan bu kelime, “Notre-Dame’ın Kamburu” adlı yapıtında da yer alıyor. Notre-Dame’ın bir tuğlasına yazılmış o sözcük, belki de yüzyıllar evvelinden birkaç ay öncesini haber veriyordu! Neyse, bir gün Victor Hugo üzerine konuşurken derinlere dalarız…
Cihat Burak, iyi bir ressam olduğu kadar, iyi bir öykücüydü de… Cardonlar isimli kitabını yıllardır, tekrar tekrar okurum… Onun, Yaşar Kemal’den “O iyi insanlar o güzel atlara bindiler, çekip gittiler” cümlesini lejand olarak kullandığı; başucumda asılı duran o güzel serigrafındaki gibi kader, bir bakıma “gitmek”le de eşdeğer sanıyorum…
Sevdiklerimiz, o güzel insanlar, hiç yaşanamayacak son olan “ölüm”le gidiyorlar… Ananke!
Oscar Wilde, “İnsanlar kaç hayat yaşamışsa, o kadar ölümle ölür” der. Buğra’nın, Burak’ın, Olgaç’ın içimizde bir şeyleri “cız” ettiren o kadar çok yaşamı var ki…
Onlar, yine erken yaşta aramızdan ayrılan Cemal Süreya’nın “Her ölüm, erken ölümdür” dizesini hatırlatırcasına yitip gittiler. Ananke…
Bilge Olgaç’ın son filmi, “Bir Yanımız Bahar Bahçe” adını taşıyordu. Bir yanımız ise, bugün çok az kişi onları andığına göre, güz mü demeli?!
Selim İleri’nin “Yarın Yapayalnız”ının bir yerinde bana “Sunset Bulvarı”nın Norma Desmond’unu hatırlatan Handan Sarp, şöyle der:
“O kadar uzaktan, kıpkısacık göz göze geldik. Sağ elimi kaldırdım. Benimki sahne selamıydı. Bir iki adım önde duruyordum. Arkamda herkesin hayatı.”
Yine Selim İleri’nin aynı kitabında geçen sözcüklerle “kalabalıklar içinde dimdik” insanlardı onlar. Ama ne acı ki, o kalabalıklar bugün onlardan yeterince söz etmiyor…
Ananke?!