2019’u kurtarmak zorlaşıyor
Sürekli bıçak sırtı dengelerde yürütmeye çalıştığımız ekonomi cephesinde yüklendiğimiz adrenalin yetmezmiş gibi son birkaç yıldır milyonlarca göçmen gibi sosyal yansımaları da büyüyen dış politika belirsizliklerinin baskıladığı bir gündem ve tabii hiç yoksun kalmadığımız seçim atmosferi içinde girdiğimiz 2019, taşıdığı bir dizi bilinmezlik ile rotası belirlenmemiş bir açık deniz yolculuğu hissi veriyor. Oysa ciddi hasara yol açan bir gecikme ile de olsa eylül ayında önce faiz ve kurlardaki hatadan dönüş, sonra da Orta Vadeli Program’dan (OVP) farklı ve daha gerçekçi hedeflerle hazırlanmış Yeni Ekonomik Program (YEP) ile ekonomik aktörlere öngörülebilir bir yol haritası sağlanması umudu, bir süre için, kontrollü bir yavaşlama ile sıkıntının aşılabileceği yolunda güven arttırıcı bir etki yapmıştı. Ancak daha sonra peyderpey açıklanan tedbirler ve kaynak dağılımında tercih edilen öncelikler, program içeriği ile bağdaşmayan ve büyük ölçüde yaklaşan yerel seçim kaygılarının şekillendirdiği bir doğrultuda gerçekleşince hep hayıflandığımız kronik hastalığımızın yeniden nüksettiği anlaşıldı: Günü kurtarmak ve maliyet üstlenmemek için sadece köklü reformlardan değil, yapılanma ve toparlanma politikalarından da kolayca vazgeçme. Oysa bunca krizden öğrenmiş olmamız gerekirdi ki bu türden her vazgeçiş, sonunda gereğinden çok daha fazla bir bedel ödenmesine, daha kötüsü özgün politika tasarlama kapasitemizin yok olmasına yol açıyor. Öyle ki başta TL değeri olmak üzere faiz ve büyüme oranı gibi pek çok temel gösterge, neredeyse tümüyle kontrolümüz dışındaki küresel piyasa dinamikleri ve fon hareketleri tarafından belirlenen bir çerçeve içinde çoğu zaman sürpriz niteliğinde denge düzeylerini buluyor.
Enflasyon içinde durgunluk eğilimi güçleniyor
Öyle görünüyor ki kur şokunu ve nakit krizini atlatmanın telaşı, zaten yakın gelecek için umutlanmayı bıraktığımız yapısal dönüşüm, hatta dört başı mamur bir istikrar programı şöyle dursun, normalleşmeyi ve piyasalarda karar almayı teşvik edecek öngörülebilir, hedefleri ve takvimi belli bir politika çerçevesi sağlama ihtiyacını dahi unutturdu. Bu da yatırım, tüketim ve borçlanma kararlarının ertelenmesine, enflasyon içinde durgunluk ihtimalinin güçlenmesine yol açıyor. Reel kesim performansı açısından en önemli gösterge olan sanayi üretim endeksi, geçen yılın ilk çeyreğinden itibaren sürekli düşüş trendinde. Son vergi indirimlerinin de bu trendi değiştirmediği, sadece stokların eritilmesini sağladığı anlaşılıyor. Buna paralel olarak işsizliğin de yükselmekte olduğu, 2019 programında da %12.1 gibi küresel krizden bu yana en yüksek işsizlik oranının öngörüldüğü not edilmeli. Kamu yönetiminin bu tabloya müdahale için kullandığı spontane ve kısa vadeli tedbirler ise, YEP’te tanımlanan rota ve program ile uyumlu değil. Gerçekten de vergi indirimleri, enerji fiyatlarında subvansiyon, yatırım ve istihdam teşviklerine son olarak asgari ücretteki artış da eklendi ki bunların seçim kaygısıyla yürürlüğe konduğu, ancak piyasalardaki güven ihtiyacına karşılık vermediği, bu açıdan bir katkı yapmadığı ortada.
Öte yandan YEP’te %2.3 olarak öngörülen 2019 yılı büyümesinin uluslararası finans kurumları tarafından 1’in altında, kredi derecelendirme kuruluşları tarafından da negatif yani küçülme olarak tahmin edildiği de unutulmamalı. Reel kesimdeki maliyet ve borç yükü artışına iç piyasa perakende satışlarında sert daralma, kredi hacmindeki düşüş ve faiz oranlarındaki yükseliş eklenince önümüzdeki yıl için muhtemel senaryolarda iyimser olmak zorlaşıyor. Seçim sonrasında tablonun düzeltilmesi ve normalleşmenin sağlanması için içeriden kaynak bulunmasının mümkün olmayacağı, dış kaynak enjeksiyonunun şart olacağı yolunda yorumlar yaygınlaşıyor. Özellikle küresel yatırım algısı açısından artık kendi insiyatifimizle bir istikrar programı inşasının kolay olmayacağı, uluslararası finans kurumlarından (özelllikle İMF’den) sağlanacak destek ve gözetimin bu algıyı kısa sürede düzeltecek en etkili yöntem olacağı savunuluyor. Hem enflasyonun düşmesi, hem de büyümenin yıl ortasından itibaren yükselmesi ancak böyle bir ihtimalde mümkün görünüyor; aksi takdirde 2019 ekonominin daralacağı bir yıl olacak gibi.
Sıcak para çare olmaz
Kaldı ki kendi insiyatifimizde bir istikrar programı inşası için şimdiye kadarki uygulamalarımızın çok da umut vermediği açık. Eylül 2018’de sözleşmelerin TL’ye çevrilmesini zorunlu kılarken iki ay sonra hazineye iç piyasadan döviz ile borçlanma yetkisi tanınması gibi dolarizasyonu kamu eliyle destekleme ya da reel kesimde dönüşüm ve yapılandırma ihtiyacı büyürken banka borçlarının yapılandırılmasında zaten umutsuz vaka olan futbol kulüplerine öncelik verilmesi hiç de stratejik adım izlenimi vermiyor.
Dünya konjonktüründeki riskler ve ekonomik yavaşlama gelişen ülkelere fon akımını bir süre daha canlı tutabilecek. Türkiye de düşen varlık fiyatlarıyla, her ne kadar hisse senetlerinde yatırımcı tercihinde dipte olsak da, bundan bir ölçüde yararlanabilir. Ancak ekonomideki riskler doğru yönetilmez, öngörülebilir bir ortam sağlanmaz, mali disiplin ve finansal istikrar ihmal edilirse bunun sağlayacağı iyileşme marjinal kalacaktır.