2018 ve çatışmacı siyaset
AB konusuyla başlayalım: AB’ye katılım müzakereleri ne yönde ilerliyor sizce?
Şu anda ilişkilerin herhangi bir yönde ilerlemesi hayli zor görünüyor. Türkiye’de uygulanmakta olan yönetim sistemi AB’nin üzerine bina edildiği ideolojik temellerden o kadar farklı bir yöne saptı ki… Türkiye demokratik uygulamalar açısından, insan haklarına destek açısından ve diğer bakımlardan bu temellerden çok uzak.
Eğer bir toplumun değerlerine karşı bir hassasiyet göndermezseniz, o toplumla güçlü bir ilişki geliştiremezsiniz. Nitekim, Avrupa’da Türkiye’nin üyeliğine çok sayıda önemli itiraz olduğunu biliyoruz. Ama müzakerelerde bir ilerleme kaydedilmese bile AB üyelik müzakereleri dışında da bir şeyler yapmak mümkün. Türkiye’nin AB’den talep ettiği acil birkaç konu daha var. Bunlardan biri Türk vatandaşlarına vizesiz seyahat imkanı verilmesi. İkincisi ise gümrük birliğinin yeniden müzakere edilmesi. Bunlar Türkiye’nin AB üyesi olması ya da olmaması hakkında herhangi bir karar verilmeden de bir şeylerin yapılabileceği somut konular. Bence bu alanda elde edilecek başarılar Türklerin Avrupa’ya Avrupalıların da Türklere daha olumlu bakmasına yardımcı olur.
Avrupa’nın Türkiye’ye yönelttiği eleştirilerden biri de “değerler” konusu – İnsan hakları, Avrupa değerleri vb. Ama gelişmekte olan güçler genelinde – örneğin Rusya’da – Batı’nın demokratik değerlerinin geçmişte kaldığını, şimdi yeni bir değerler sisteminin ortaya çıkmaya başladığına dair gittikçe büyüyen bir fikir birliği var. Ve Türkiye şimdi bu iki değerler sistemi arasında bir seçim yapabilir.
Sadece şunu söyleyebilirim, bildiğim kadarıyla, Türkiye’nin AB üyesi olmak istemesinin başlıca nedenlerinden biri AB’nin demokrasi alanındaki başarısıydı. Ama bugün dünyada, kimi hayli büyük de olan, demokrasiyle yönetilmeyip ya tek parti diktatörlüğüyle veya liberal unsurlardan arındırılmış sözde demokrasiyle yönetilen ülkeler var. Buna iktidarlarını çoğunluk oylarını aldıkları iddiasıyla meşrulaştıran, fakat seçimde kullandıkları yöntemleri liberal demokratik gelenekten çok uzak olarak niteleyeceğimiz ülkeleri de ekleyebiliriz.
Türkiye’de tüm devlet kurumları kurumsallıktan veya profesyonellikten uzaklaşıyor. İdare zamanla Rusya’dakinden de daha kötü hale bile gelebilir. Belki liberal demokrasiden giderek uzaklaşıyor olmaları bu iki ülkeyi bazı açılardan birbirine de yakınlaştırabilir. Ama en son tahlilde, rejim ne olursa olsun, tüm hükümetlerin tavrını büyük ölçüde ulusal çıkarlar belirlermiş gibi görünüyor. Bu çerçevede Rusya ve Türkiye arasında mücadeleyi öne çıkaran ilişkiler için de geniş bir zeminin varlığını görmezlikten gelemeyiz.
Peki 2018’de Türkiye-Rusya ilişkilerinin ne yönde ilerleyeceğini öngörüyorsunuz?
Şu ankinden çok farklı olacağını düşünmüyorum. İlişkilerin daha da yakınlaşacağını sanmıyorum. İki taraf da ilişkilerin bozulmaması için çaba sarf edecektir. Ama hemen bazı sorunlu alanlar tespit edebiliriz. Türkiye ve Rusya Suriye’nin kuzeyindeki Kürt bölgesinin statüsü konusunda – ki Türkiye için çok büyük bir sorun bu – çok da aynı fikirde değiller. Ruslar otonom bir bölge formülüne daha sıcak bakıyor. Benzer şekilde Türkiye hala Esad’ın iktidarda kalmamasını savunuyor fakat Ruslar Esad’ın kalmasını sağlamakta ısrarlı. Bunlar iki ülke arasındaki ihtilaflı konulara örnekler. Kesinlikte bunlara benzer yeni ihtilaflar da olacaktır.
ABD ile ilişkiler Trump döneminde nasıl ilerliyor?
Trump yönetiminde işlerin nasıl geliştiğine baktığınızda birkaç noktanın altı çizilebilir. İlkin, ABD’nin güvenlik politikaları Bay Trump tarafından değil bir grup general tarafından yönetiliyor. Suriye konusunda Trump, kimseye danışmadan, ABD’nin YPG’ye silah sevkiyatını durduracağına yönelik açıklamalar yapsa da, sevkiyat devam ediyor. Ayrıca Trump’ı ülkesinin siyasetine karar veren bir kişi olarak değerlendirirsek, kendisinin ne yapacağı kestirilemeyen ve günümüzün diğer bazı liderlerine benzer biçimde, siyasa oluşturamayan ve kolayca karar değiştirebilen bir kişilik olduğu görülüyor. Birkaç ay öncesine gidersek, Trump Sayın Erdoğan’ın en iyi arkadaşlarından biri olduğunu telaffuz etmişti. Şimdi ise ABD’nin elçiliğini Kudüs’e taşıma kararının ardından Cumhurbaşkanımız Trump’ı her türlü yanlış işi yapmakla suçladı. O zaman Bay Trump ile ilişkilerin artık kötü olduğunu mu söylemeliyiz? Çok emin değilim. Eğer Trump bir zorlukla karşılaşırsa ve Türkiye bu sorunla mücadelede önemliyse, Bay Trump Türkiye’yi tekrar en iyi dostu ilan edebilir.
Belki vurgulanması önemli olan nokta ABD ile ilişkilerin iki düzlemde cereyan etmesidir: Birincisi temel güvenlik ilişkisidir ki, bu alanda ABD’nin Kuzey Suriye’deki Kürtleri desteklemesi ve Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze sistemleri almasıyla nedeniyle bir karşılıklı güven erimesi yaşanıyor. İkincisi ise söylemlerin ve siyasi beyanların seviyesi ki – ki bu alanda her türlü tutarsız, şık olmayan ifadeler karşılıklı olarak gidip geliyor. İlginçtir, anketler çoğu Türk vatandaşının ABD’yi en büyük düşman olarak gördüğünü gösteriyor. Bu iktidar ilişkileri düzeltmek için kamuoyu baskısı altında değil demektir. Dolayısıyla, hükümet ABD’yi eleştirmekten siyasi kazanç sağlamayı bile ümit edebilir.
Son olarak Türkiye’nin mevcut ekonomik sorunlarını bir çerçeveye oturtalım. Taner Berksoy Dünya Executive’in bu sayısında politik söylemin sakinleşmesinin Türkiye ekonomisinin gelişmesinde çok önemli noktalardan biri olacağını söylediği bir makale yazdı. 2019’daki seçimler sebebiyle 2018 çok önemli bir yıl olduğu için, Türkiye geri adım atıp tekrar içerdeki bazı sorunları çözmeye odaklanacak mı?
Taner Berksoy tabii ki haklı. Ama hükümetin dış politikayı kullanma biçimi tamamen yurtiçi siyasi ihtiyaçlarını desteklemek üzerine kuruludur. Bu yaklaşım dış dünya ile gerilimli ilişkiler içinde olmayı, ulusal bir acil durum hissi yaratmayı ve tüm sorunları güvenlik sorunlarına dönüştürmeyi gerektiriyor. Öte yandan, bunu yaptığınız zaman uluslararası sistemdeki yeriniz ve diğer ülkelerle olan ilişkileriniz zarar görüyor. Özellikle seçim söz konusu olduğunda, dış politikayı iç siyasetteki ihtiyaçlar için kullanmak, sert söylemin şekillendirmediği barışçıl bir dış politika izlemekten daha cazip geliyor. Bu bir ikilem: Sert söylemi azalttığınızda, siyasi desteğinizi güçlendirdiğini düşündüğünüz acil durum hissini de zayıflatmış oluyorsunuz; artırırsanız da ekonomi gibi diğer cephelerde sorunlar yaşıyorsunuz.