Zonguldak’taki grizu patlaması kaçınılmaz kaderimiz midir?
Prof. Dr. Ali KAHRİMAN / Okan Üniv. / Maden Yüksek Mühendisi
Bilindiği gibi kalkınma ve konforlu yaşamın en önemli aracı sahip olduğumuz yeraltı ve yerüstü zenginliklerimizin en fazla katma değer yaratacak şekilde üretilerek ekonomiye kazandırılmasıdır. Herhangi bir nedenle bu kaynaklarımızın üretiminden vazgeçmek demek; egemenliğimizden, özgürlüğümüzden, bağımsızlılığımızdan vazgeçmekle eş anlamlıdır. Asla düşünülmemesi gereken bir konudur. Zonguldak'ta meydana gelen elim grizu patlaması sonrası gerek yetkililerde gerekse bazı diğer kesimlerde dile getirilen bu ocakları kapatarak çözüm üretme düşüncesi maalesef 150 yıl önceki teknoloji ve bilim seviyesinde bile söz konusu olmamış, tersine bir yandan iş sağlığı ve güvenliği önlem ve ekipmanlarına yatırım yapılırken öte yandan da makine ve ekipmanda ileri teknoloji ürünlerine geçilmiş ve günümüzde yeraltında insansız uzaktan kumandalı robotik sistemlere geçilmiştir. Özetle bir yandan üretim kapasiteleri olabildiğince artırılırken aynı zamanda kullanılan işgücü seviyesinde önemli düşüşler sağlanmıştır. Artık madencilik de emek yoğunluğu açısından en aza indirilmiş sektörler arasına girmiştir. Kişi başına yarım ton / yevmiyeden 10 ton / yevmiye kömür üretimi seviyesine ulaşılmıştır. Keza ağır ve tehlikeli işler kapsamında olan yeraltı işletmeciliğinde iş kazalarında da üretim değerlerine göre önemli azalmalar olmuştur. Elbette ki Dünyada yaşanan bu gelişmeler ülkemizde de yansımalarını bulmuş olmalıdır. Ancak özellikle son bir yıl içinde yaşanan Bursa, Balıkesir ve Zonguldak' ta ki madencilik kazaları, ne yazık ki bu konuda bir çelişki olduğunu gösteriyor. Evet, bir yandan teknoloji gelişiyor öte yandan üniversitelerin çok sayıda maden, jeoloji, jeofizik mühendisliği bölümlerinden çok sayıda mühendis yetiştiriliyor, araştırmalar yapılıyor, konu ile ilgili iş gücü gelişiyor. Buna koşut olarak da yatırımcı ve girişimci artışı oluyor. Bütün bunlara rağmen maalesef yine de bu faciaları yaşıyoruz. Öyleyse eğitim-öğretim-istihdam-iş güvenliği, üretim ve verimlilik politikalarımızda önemli açmazlar, ihmaller ve vurdumduymazlıklar var demektir. Her şeyden önce madenciliğin ilk yatırım maliyeti yüksek kurumsal girişimin ve oldukça profesyonel yaklaşımların esas alınması gereken bir sektör olduğu, yeraltındaki seçilen üretim yöntemleriyle jeolojik belirsizliklerin ve çevresel unsurların maliyete yansıtıldığı ve toplumun da bu değerlere katlanması gerekeni bir sektör olduğu açıktır.
Nitekim tüm dünyada da bu sektörde egemen olan yapının, finansman sorunu olmayan çok uluslu dev şirketler ve kamu ağırlıklı iktisadi kuruluşlar olması herhalde bu gerekçelerden olmalıdır. Ülkemizde ne yazık ki son 30 yılda uygulanan ekonomik politikalar sonucunda bir yandan devlet yatırımdan çekilirken öte yandan özel girişimlerin bu kapasiteye uygun olarak madenciliğe girişi sağlanamamıştır. Bu durum özelde Zonguldak'taki Türkiye Taş Kömürü Kurumu için de maalesef geçerli olmuştur. Elbette havzanın olumsuz jeolojik koşullarına ek olarak 150 yıldan beri sürdürülen bir stratejik plana dayalı olmayan günü birlik üretim politikaları sonucu ileri teknoloji ürünlerinin üretime sokulması dünya ile aynı oranda olamamıştır. Her ne kadar bazı üretim ve iş güvenliği unsurlarında iyileştirmeler yaşanmış olsa da genel üretim yöntemi ve ekipman uygulamalarında 40 yıl öncesine göre çok büyük farklılıklar yaratılamamıştır. Bu konsept içinde yüzlerce uzman, teknik eleman ve hizmet içi eğitimden yararlandırılmış sertifikalı nitelikli iç güçlerini çalıştıran bu işletmemizde elbette grizu ve kömür tozu patlamaları göçük yangın başta olmak üzere her türlü iş kazaları ve meslek hastalıkları için klasik önlemler alınmış, bu facia sonrası kurtarma operasyonları da usulüne uygun yapılmıştır. Bu konuda daha detaylı eleştiri ve yorumlar için yeterli veriler henüz bulunmamakla birlikte merkezi otoritenin, bu riskleri çok iyi bilinen bu işletme için çağdaş anlamda ne gibi yeni yaklaşım ve modeller geliştirdiği ya da bilinen hangi yöntemlerin adaptasyonuna giriştiği merak konusudur. Bu çerçevede grizunun metan hava karşımı olduğu belirli karışım değerlerinde patlama riski olduğu, bunun olabilmesi içinde açık alevli bir kaynağa ihtiyaç duyulacağı, oldukça ileri düzeyde dedektörlerle metan ve diğer zararlı gazların rahatlıkla çok basit ve ucuz yöntemlerle saptanabildiği, konuyla en uygun ve basit mücadele aracının da yeterli düzeydeki temiz hava sirkülasyonu olduğu bilindiğine göre acaba burada bu felaketleri neden yaşıyoruz. Acaba merkezi ve çevresel ocak giriş ve çıkış yollarındaki yetersizliği giderecek ekstra kuyular mı ek önlem olarak düşünülebilirdi? Keza merak konusu olabilecek bir diğer unsur, işletmede çalışan işçisinden mühendisine kadar tüm personelin hangi tür mesleki teknik eğitimden hangi periyotlarla geçirildiği, eğitim ve istihdam gerekleri kurularak ergonomi ilkeleri ve iş analizlerine dayalı istihdam yapılmış olup olmadığıdır.
Grizu patlaması olmuş, göçük olmuş, bununla birlikte yangın olmuş mu? Olmuş da sönmüş mü? Eğer ocakta yangın olmamışsa kurtarma amaçlı müdahalede basına yansıyan hava metan karışımında konsantrasyon patlama limitlerini aşmış, oksijen dengesi bozulmuş havanın nesinden korkularak tereddüt ve gecikmeler yaşanmıştır. Ana nakliye kuyusundan müdahale neden gecikmeli olmuştur? Vb. bazı teknik sorular sorulabilir. Elbette tüm bu sorular subjektif ve veri tabanından eksik olabilir hatta gelinen noktada anlamsız da olabilir. Bu son üç vakanın bize gösterdiği ülkemizde 100 yıl öncesindeki güvercinle gaz veya metan kontrolü, emniyet lambası modelinden farkımız olmadığı anlaşılıyor. Öyleyse bu grizu patlaması ile ilgili olarak belki bireysel birtakım sorumlular arayabilir, yargılayabilir ve vicdanımızı rahatlatabiliriz. Ancak sistematik bir yaklaşımla konuyu yeniden ele alarak havzada olabilecek çağdaş teknolojik aplikasyonları yapamazsak, keza denetim mekanizmalarında nitelikli, işe uygun elemanların istihdamını esas alıp, yaşam boyu eğitim felsefesine uygun iş görenden işverenine, mühendisinden genel müdürüne kadar her kademedeki personel için sistemli hizmet içi eğitim programlarını öne çıkarmazsak, elbette dışa bağımlı enerji politikamızın en önemli alternatifi olması gereken yer altı kaynaklarımızın üretiminden vazgeçmeyi bir çaresizlik belirtisi olarak düşünebiliriz. Hayır, bu çok daha zor yapılabilecek bir iştir. Öyleyse, kaderci yaklaşımları bir tarafa bırakarak, iş sağlığı ve güvenliğinde çağdaş yaklaşımları proje bazlı uygulayarak tüm kaynaklarımızı korkmadan olabildiğince hızla üretmeli ve hem kendi insanımız için hem de tüm dünya insanlığı için ekonomiye kazandırmalıyız. Uygar bir ülkeden beklenen de budur.