Vefatının 85’inci yılında Atatürk'ün fikirleri yolumuzu aydınlatıyor
Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ü ebediyete intikalinin 85'inci yıl dönümünde tarifsiz bir özlem içinde anıyor, zor şartlar altında, zamanın ötesindeki vizyonu ile kurduğu Cumhuriyet’i 100’üncü yılına taşımanın gururunu yaşıyoruz.
Hüseyin VATANSEVER
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ebediyete intikal ettiği gün olan 10 Kasım’da onu minnet ve şükran ile anıyoruz. Atatürk’ün vefatının 85’inci yıl dönümünde bıraktığı en büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyeti de yüzüncü yılını geride bıraktı.
20’nci yüzyılın şartlarında kurulan Cumhuriyet, 21’inci yüzyılda var olmayı onun ülkenin kuruluşunda belirlediği ilkeler, yaptığı devrimler ve Türk milletinin içinde yaşayan Atatürk sevgisi ile sürdürüyor. Bu başarılı projenin temelinde ise hâlâ Atatürk’ün zamanın ötesindeki vizyonunu görmek mümkün. “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Mustafa Kemal Atatürk, 57 yıl süren ömründe belirttiği bu karakter özelliği doğrultusunda yaşadı.
En zor şartlar altında koşullara uyum göstermektense aklın ve bilimin yolunda şekillenen ilkeleri ve ülküleri doğrultusunda hareket ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, devrimler ve yeni bir ülkenin kuruluşunda onun bu yol göstericiliği ile gerçekleşmişti.
Hatay Meselesi’ni sağlığını ihmal edecek kadar önemsedi
Elbette ki her insan bir gün ölür, lakin o Atatürk’tü. Yakın çevresi ve milleti onun daha 50’li yaşları tamamlamadan ölmesini beklemiyordu. Gündeminde Hatay Meselesi vardı. Lozan Antlaşması ile Hatay, Türkiye sınırları dışında kalmıştı. Mondros Mütarekesi’ni takip eden süreçte Suriye yönünden ilerleyen Fransızlar, İskenderun Sancağı’nı işgal etmişti.
Milli Mücadele kapsamına böylece girmiş olan Sancak’ın idari statüsü, 1936’da Suriye’ye bağımsızlık veren ve Suriye ile Fransa arasında imzalanan anlaşmada belirsizdi. Fransız Büyükelçisi ile konuşmasında “Hatay benim şahsî davamdır. Şakaya gelmeyeceğini bilmelisiniz” demişti. Hatta bu konuyu ne kadar ciddiye aldığını devamında şu cümlelerle anlatıyordu: “Dünyanın bu durumunda, böyle bir meselenin Türkiye ile Fransa arasında silahlı bir çatışmaya sürüklenmesi kesinlikle mümkün değildir.
Fakat ben, bunu da hesaba kattım. Kararımı vermiş bulunuyorum. Ufukta, bu yolda binde bir ihtimal belirse, Türkiye Cumhurreisliği’nden ve hattâ Büyük Millet Meclisi üyeliğinden çekileceğim. Bir fert olarak bana katılacak bir kaç arkadaşla beraber Hatay’a gireceğim. Oradakilerle el ele verip mücadeleye devam edeceğim.”
Güney seyahati onu çok yordu
Atatürk, 19 Mayıs 1938 günü Gençlik ve Spor Bayramı törenlerini Ankara’da izledi. Ardından trenle Mersin’e hareket etti. Doktorların istirahat önerisine rağmen dünyaya gözdağı vermek istiyordu. Kızgın güneş altında askerî birlikleri teftiş eden Atatürk, birliklere tatbikat yaptırdı.
Güney seyahati hastalığının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs’ta Ankara’ya döndü. Sonrasında tedavi ve istirahat için İstanbul’a gitti. Doktorların teşhisi siroz oldu. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. 4 Temmuz 1938’de Hatay Antlaşması’nın yürürlüğe girmesi Atatürk’ü çok sevindirdi.
Mirası ‘Mustafa Kemaller ülküsü’
Atatürk, bütün varlığını milletine bırakmış bir liderdi. Kurtardığı vatan, kurduğu Cumhuriyet, devrimleri ve kazandırdığı değerlerin yanı sıra Mustafa Kemal hepimize bir “fikir” bıraktı. Onun ardından “memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluk” kaldı. Vefatının ardından 85 yıl geçmesine rağmen hâlâ seviliyor ve özlemle anılıyor olmasının nedeni içimizdeki Atatürk fikri olmalı. Onun manevi mirasına sahip çıkmak isteyen herkes bir kurtarıcı beklemez ve içindeki Atatürk fikrine sarılarak kendisi kurtarıcı olur.
"Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir"
Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" diyen Atatürk, yeni devletin kurulmasında bu düşüncesi ile hareket ederek genç Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsızlığı için gerekli devrimleri gerçekleştirdi. Kurtuluş Savaşı kazanılsa da asıl mücadelenin ekonomik bağımsızlığın sağlanması için gerçekleştirileceğinin ve kendi kendine yetebilecek bir ülke olmanın gerekliliğinin de farkındaydı. İnkılaplarını ve devrimlerini de bu çerçevede gerçekleştirdi. Böylece devletin bağımsızlığının yanı sıra halkın özgürlüğü ve bağımsızlığını da güvence altına almış oldu.