"Tüm zamanımı ve emeğimi bu projeye verdim, vicdanım rahat"
"Altı yıldan beri her bağlamda elimden gelenin tümünü, zamanımı ve emeğimi, hiç esirgemeden bu projeye aktardığım için, vicdanımın rahat olduğunu söyleyebilirim" diyor Emre Arolat.
"Ahmet bey'in zor bir insan olduğu fikrini yaratan yegane nedenin, yaptığı işi olabilecek en üst nitelik seviyesine taşıma adına sahip olduğu bir tür tutku olduğunu gördüm yıllar içinde. Bu anlamda benzer hislere ve takıntılara sahip birisi olarak kısmen de olsa onu anlayabildiğimi düşünüyorum. Pek tabii ki bir mimar olarak böylesine büyük bir yatırımı yapan ve bu denli dev bir parasal yükün altına giren bir müteşebbisin zihnini ya da ruhunu tam olarak okuyabilmem mümkün değil. Dahası, benim bu zorlu maratondaki performansımdan neticede ne derece memnun olduğu hakkında da henüz tam bir fikrim yok. Ama altı yıldan beri her bağlamda elimden gelenin tümünü, zamanımı ve emeğimi, hiç esirgemeden bu projeye aktardığım için, vicdanımın rahat olduğunu söyleyebilirim" diyor Emre Arolat.
Türkiye'nin son dönemde en çok konuşulan projelerinden birisi Zorlu Grubu'na ait Zorlu Center oldu. Projenin ardında Emre Arolat Architects imzası var.
Emre Arolat, 2007 yılında "Öyle bir proje yapalım ki burası geçirgen bir kamusal alana dönüşsün. Bu kenti sahiplenen herkes tarafından zevkle, tepe tepe kullanılsın. Bir alan oluşturalım. Seçilmezse de seçilmesin" felsefesi ile Zorlu Center'ın proje yarışmasına başvuru dosyasını yollamış. Bugün, Zorlu Center'ın "yabancı mimar hayranlığından bir türlü vazgeçmeyen bir grup yatırımcı ve yerel yönetici için dikkat çekici olmasını" diliyor ve şunları söylüyor Emre Arolat:
Kartallar Yüksekten Uçar
"Bu zorlu maceraya 2007 yılında düzenlenen bir sınırlı mimari proje yarışması vasıtası ile dahil olduk. Ancak tabii ki bu arazi ile ilgili bilgi ve izlenimlerim çok daha eski tarihli. Sanırım bu alanla ilgili ilk bilgim, Konuralp'in Karayolları Yapısı vasıtasıyla oluştu. Hemen tahmin edilebileceği gibi sadece mimarlık üzerinden değil ama. Seksenli yılların ilk yarısıydı sanırım, Atilla İlhan'ın bir eserinden yola çıkılarak çekilen, Sadri Alışık ve Selda Alkor'un başrollerinde oynadığı bir dizi girmişti televizyonda yayına. "Kartallar Yüksek Uçar"dı ismi ve Karayolları Yapısı da filmin önemli sahnelerinden biri olarak sık sık beliriyordu ekranda. Karabulut Holding'ti galiba dizideki adı. İstanbul'un en ilginç ve havalı yapılarından biriydi ama daha da önemlisi, gerçek hayatta bir resmi kurum yapısı olarak kullanılıyor olmasına karşın, o dönemde sermayenin en güçlü timsali olarak rol alıyordu dizide.
Bu denli değerli bir arazinin devlette kalması mümkün mü?
Yarışma iki aşamalıydı. İlk aşamada mimarlardan yarışmaya katılım için belirlenecek büroların seçimi için başvuru dosyaları isteniyordu. İlgili dokümanları incelediğimde zihnimde kimi birbiri ile çelişen, hatta çarpışan pek çok düşüncenin salındığını hatırlıyorum. Düşünsenize, yılların Karabulut Holding yapısı ve içinde yer aldığı yaklaşık dokuz hektarlık arazi bu kere gerçek hayatta da resmi kurum malı olmaktan çıkıp özel bir yatırımcının geliştireceği bir projenin öznesi haline geliyordu. Dünyada sermaye egemenliğine dayalı ekonomik modellerin kâğıt üzerinde en büyük başarıyla yönetildiği ülkelerden birinde, bu denli merkezi ve değerli bir arazinin devlet elinde kalması nasıl mümkün olabilirdi ki zaten? Birkaç yıl önce özelleştirilmiş, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun yönlendirdiği bir süreç neticesinde yeni bir imar planı hazırlanmış, buna uygun olarak düzenlenen hayli tantanalı bir ihale ile de Zorlu Holding'in eline geçmişti.
O günlerde Zorlu ailesi hakkında bilgim yoktu
O günlerde Zorlu ailesi hakkında en ufak bir bilgimyoktu. Ancak şunu rahatlıkla itiraf edebilirim ki ihale sonrasındaki süreçte, holdingin Amerika'da 'mamut' olarak tabir edilen büyük ölçekli –'corporate'- bir mimarlık bürosunu görevlendireceğini ve ortalıkta sıklıkla gördüğümüz'bon pour l'orient' bir proje ile alanı tamamen pahalı konutlardan oluşan, steril bir kapalı siteye dönüştüreceğini düşünüyordum. Bir yanda bu düşünce, öte yanda kamuya ait bir arazinin özel sektöre satılmış olmasının zihnimde oluşturduğu ikircikli endişe, Kerem'le (Piker) yarışma dosyası hakkında aramızda yaptığımız ilk görüşmede hayli kötümser konuştuğumu, hatta beni bu anlamda ciddiye almayacağını bile bile, ona bu yarışma için dosya göndermeyi düşünmediğimi söylediğimi hatırlıyorum. Evet, gerçekten de beni takmamış, son saniyede "Hani nerede, hazırlamadık mı dosyayı?" diye sorabileceğimi düşünerek bir ön çalışma yapmıştı Kerem. İçinde daha önce yaptığımız işlerden seçilenler ve benim yazdığım bazı makaleler vardı. Küçük bir el atmayla teslim edilebilir bir hale gelebilecek gibiydi. Hem onunla hem de Gonca'yla (Paşolar) oturup, hummalı bir konuşma yaptığımızı hatırlıyorum bu konuda.
Kentin tam ortasında, ulaşılamaz bir ada
Dosyayı teslim etmek için birkaç günümüz kalmıştı. Kafam hala biraz karışıktı. Elimizde yapacak yeterli iş vardı her şeyden önce. Tuzumuz kuru, keyfimiz yerindeydi yani. Kırk - elli kişi arasında değişen bir kadromuz vardı ve bir süredir ofis içinde kurmaya çalıştığımız sistemler yavaş yavaş yerlerine oturmaya başlamıştı. Yeni ve büyük ölçekli bir işe çok fazla ihtiyacımızın olduğu söylenemezdi kısacası. Proje ve arazinin durumu hakkındaki düşünüp duruyordum öte yandan. Evet, her ne şart altında olursa olsun, şu özelleştirme işini içime sindirmem kolay değildi. Öte yandan Zorlu Grubu'nun başındaki Ahmet Zorlu'nun birkaç konuşmasına şahit olmuştum o sıralarda. Kendi içine kapalı bir proje yapmak istemediğini, tam tersine kentlinin kullanımına açık, yeşili bol bir proje yapmak niyetinde olduğunu söylüyordu her fırsatta. Öte yandan Amerika'dan garantici bir büroyu getirivermek yerine, proje grubu seçiminin çok daha nitelikli bir süreçle, Süha Özkan ve ekibinin (WAC-World Architecture Community) danışmanlığında uluslararası bir yarışma düzenleyerek gerçekleşiyor olması beklenmedik bir olumluluk taşıyordu. Bir de arazinin mevcut halini getiriyordum gözümün önüne. Kamu malıydı kamu malı olmasına da, içine Karayolları Kurumu'nun turuncu kamyonlarından başka kimse giremiyordu. Kentin tam ortasında, ulaşılamaz bir ada. Kamu malı ama kamusal değil...
Öyle bir proje yapalım ki, burası geçirgen bir kamusal alana dönüşsün
"Öyle bir proje yapalım ki burası geçirgen bir kamusal alana dönüşsün. Bu kenti sahiplenen herkes tarafından zevkle, tepe tepe kullanılsın. Bir alan oluşturalım. Seçilmezse de seçilmesin" diyerek gönderdik başvuru dosyasını sonunda. Bizimle birlikte yerli ve yabancı, toplam 117 büro yarışmaya katılabilmek için dosya teslim etti. Bunlar arasında olup yarışma için seçilemeyen bazı bazı tanıdık mimarların, sonraki dönemde her fırsatta bu büyüklükte bir yapının orada yapılıyor olması hakkında yaptıkları eleştirilere ne diyeceğimi bilmiyorum doğrusu. Herhalde seçilme şansı yakalayıp yarışmaya girselerdi şartname dışı davranıp park yapacaklardı oraya... Köksal Anadol, Emre Aysu ve Doğan Tekeli'den oluşan ön seçim kurulu, dosyaları inceleyerek yarışmaya çağırmak üzere on beş büro belirledi. Neticede yarışmaya on üç proje grubu başvurdu. Charles Correa, Fumihiko Maki, Martin Filler, Haluk Pamir ve Ömer Kanıpak'tan oluşan jüri, son kararı bir sonraki aşamada Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'na bırakarak dört asil, bir de yedek proje seçti. Bu süreç, yakın zamanda Rizzoli-New York yayınevi tarafından yayınlanan "Mimarlığa Yeni Bir Bakış, İstanbul Zorlu Center İçin Projeler" isimli kitapla belgelendi. Merak edenler için çok iyi ve fazlasıyla tarafsız bir kaynak olduğunu söyleyebilirim. Şu anda inşa edilen projenin alternatiflerinin neler olabileceğini görebilmek için de çok iyi bir fırsat doğrusu.
Zor, yıpratıcı, ama tatmin edici bir süreç
Bu uzun seçim dönemi sonrasında da kendimizi çok kapsamlı bir projelendirme hizmetinin tam göbeğinde bulduk. O dönemden beri, yani altı yılı aşan bir süredir büyük bir bölümü inşaat faaliyetiyle paralel olarak yürütülen bu hizmeti sürdürmekteyiz. Mimari ve iç mimari hizmetlerin yanı sıra, statik, mekanik, elektrik, altyapı ve peyzaj projeleri, yangın güvenliği, cephe mühendisliği, trafik, yönlendirme ve aydınlatma danışmanlığı gibi hizmetleri bütün olarak kapsayan bir çalışma bu. Bunun hayli zor ve yıpratıcı, ama benim gibi iddia sahibi bir mimar için bir o kadar tatmin edici bir süreç olduğunu söylemeliyim. Yürütmekte olduğumuz her projede kişisel olarak neredeyse tüm ayrıntıların içinde bire bir bulunmak yönündeki takıntım, doğrusu bu denli büyük ölçekli ve karmaşık bir projede de hiç istisnasız bir biçimde sürdü. Her anlamda beklentilerin en üst düzeyde olduğu karma fonksiyonlu bu projede, işverenin şimdiye dek yapılmışların en iyisi olma yönündeki talebinin mimar için bir yandan büyük bir fırsat, diğer yandan da altından kalkması pek de kolay olamayan bir sorumluluk olduğu kesin. Biliyorsunuz, ilk dönemde proje çalışmalarını Tabanlıoğlu bürosu ile birlikte yürüttük. Ancak sonraki dönemde yalnız kalınca, EAA bünyesinde sadece bu işte çalışan yaklaşık 80 kişilik bir mimari ekip kurmak durumunda kaldık. Şunu üzerine basarak vurgulamalıyım ki başta Proje Grup Lideri Uygar Yüksel olmak üzere, benimle birlikte bu işe gönül vermiş ve gece gündüz demeden çalışan arkadaşlarımın gayretleri olmasaydı bu işin altından kalkmak çok zor olurdu.
Ahmet Zorlu, yaptığı işi en üst nitelik seviyesine taşıma tutkusuna sahip
Böylesine karmaşık ve çok katmanlı bir projenin neredeyse tamamen bu coğrafyada yerleşik ofisler tarafından kotarılmış olmasını da dikkate değer bulduğumu belirtmeliyim. Ben bu sürecin teknik anlamdaki başarısının, yabancı mimar hayranlığından bir türlü vazgeçemeyen bir grup yatırımcı ve yerel yönetici için dikkat çekici olmasını diliyorum. Kuşkusuz EAA'nın bu işi sorunsuzca tamamlamış olması ve bu koca geminin fırtınada kayalara çarpmadan yoluna devam edebilmesi, benim mesleki yolculuğum içinde çok önemli bir adım. Ancak ilk günden beri hem projenin kalitesine, hem bana, hem de EAA ekibine güvenen bir işveren olmasaydı bu projenin kotarılması olanaksızdı. Hem Ahmet Zorlu'nun, hem de sonraki süreçte Emre Zorlu'nun bu neticeye olan katkısının en az bizimki kadar önemli olduğunu söylemeliyim. İşin en başında, Ahmet Bey'in heyecanı ve inancı sanırım tüm ekibi olumlu yönde etkiledi. Gerçekten ilginç, hatta şaşırtıcı bir insandır. Söz gelimi, projenin yeşillendirilen yüzeylerinin arttırılması adına, bizim kolaylıkla dile getiremeyeceğimiz bir öneri olarak yapının çevresindeki yolların tümünün zemin altına alınmasını, bunun kendisine milyonlarca dolar ek maliyet getireceğini bile bile hiç gözünü kırpmadan dile getirmiştir. Benzer konularda, sadece yatırımın geri dönüşünü hesaplamaktan ziyade yapının çevreyle kuracağı ilişkiyi, oluşacak kültürel ve kamusal alanların, toplu taşıma bağlantılarının niteliğini arttırma yönündeki fikir ve tavırlarının bana ziyadesiyle cesaret verdiğini söylemeliyim. Ona bir açıdan bakanlar, çalışmak için kolay bir insan olmadığını söylerler. Evet, zor beğenir. Önemli bulduğu her konu hakkında, ayrıntılı bir biçimde ikna olmak ister. Onunla birlikte ayağınıza botları geçirip peyzaj imalatını incelemek için bir arazi turu attığınızda ya da güneşli bir Pazar günü, neredeyse tüm İstanbul dinlenirken, saatler süren bir tasarım toplantısı yaptığınızda ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Ağaç gövdelerinin kalınlıklarıyla, formlarının düzgünlükleriyle tek tek uğraştığını, kafasına taktığı bir konuyu, haftalar boyunca da olsa istediği şekle getirmeden peşini bırakmadığını söylersem abartmış olmam. Ancak onun zor bir insan olduğu fikrini yaratan yegane nedeninin, yaptığı işi olabilecek en üst nitelik seviyesine taşıma adına sahip olduğu bir tür tutku olduğunu gördüm yıllar içinde. Bu anlamda benzer hislere ve takıntılara sahip birisi olarak kısmen de olsa onu anlayabildiğimi düşünüyorum. Pek tabii ki bir mimar olarak böylesine büyük bir yatırımı yapan ve bu denli dev bir parasal yükün altına giren bir müteşebbisin zihnini ya da ruhunu tam olarak okuyabilmem mümkün değil. Dahası, benim bu zorlu maratondaki performansımdan neticede ne derece memnun olduğu hakkında da henüz tam bir fikrim yok. Ama altı yıldan beri her bağlamda elimden gelenin tümünü, zamanımı ve emeğimi, hiç esirgemeden bu projeye aktardığım için, vicdanımın rahat olduğunu söyleyebilirim."
Dünyanın en iyi dini yapısı ödülü
EAA-Emre Arolat Architects tarafından tasarlanan Sancaklar Camisi dünyanın en iyi dini yapısı seçildi.
Singapur'da düzenlenen Dünya Mimarlık Festivali'nde, bu yıl dini yapılar kategorisinde birincilik ödülü alan Sancaklar Camisi için seçici kurul, ışık ve maddenin en saf şekilde ortaya konduğu bu yapının iç mekanında hissedilen sükunet ve arınmışlık duygularından çok etkilendiklerini vurguladı.
Mihrap duvarından sızan ve gün içinde sürekli değişkenlik gösteren doğal ışık ve kullanılan malzemelerin doğallığı övgüye değer bulundu.
Sancaklar Camisi projesi, EAA-Emre Arolat Architects tarafından, biçim ve simgelere dayalı güncel mimari yönelimlerin aksine, sadece dinsel bir mekanın özüne odaklanarak tasarlandı.
Bildik cami tipolojilerine referans veren tasarım vurgusundan olabildiğince uzak duran, kısırlaştırıcı kültürel yüklerden arınmış, neredeyse ilksel bir iç dünya yaratımı fikriyle yola çıkılan projede; yapının içinde yer aldığı çevre ile hemhal olmak üzere, bulunduğu arazinin eğiminde kaybolması, sanki hep o yerde imiş gibi toprağa karışması amaçlandı.
Tasarımın omurgasında pek çok ölçütün yer aldığını söyleyen Emre Arolat, "Sanırım bunlar içinde en belirgin olarak öne çıkan, herhangi bir yapısal dile yatırım yapmaktansa ibadet sırasında mekândan alınan ruhsal ve bedensel zevkin ön plana alınmasıydı. İlk aşamada, bunun çok daha kıymetli ama bir o kadar da zor bir yol olduğunu kabullenmiştik. Yapının yerle hemhal olmak üzere bulunduğu arazinin eğiminde kaybolması, sanki hep o yerde imiş gibi toprağa tutunması ve bu yolla tüm zamansal ve kültürel angajmanlardan özgürleşebilmesi amaçlandı" diyor.