Politikalar ne kadar çok olsa G-20 gene bildiğini okur
A. Levent ALKAN / ARAŞTIRMACI-YAZAR
Dünya tek kutuplu siyasal yapı ekseninde dönmeye başladığından beri, küreselleşme olgusu tüm gelişmelerin önünde yer almaya başladı. Sistemik önem öyle arttı ki, bu krizin resmi tanımlarında "küresel sistemik kriz" kullanılır oldu. G-20 (Yirmili Grup) de sistemik önemde endüstrileşmiş veya endüstrileşmekte olan ülkelerin maliye bakanları ile merkez bankası yetkilileri ilk olarak Berlin de 15-16 Aralık 1999 tarihinde toplanmışlardı. Hafta sonu Toronto'da toplanan asamblenin ana teması, finansal krizden kıskacından sıyrılmak ve ardından da sürdürülebilir dengeli büyümeye dönmek olmuştu. Pittsburgh toplantısı, ulusal politikaların küresel dengesizlikleri tehdit ettiği noktada ortaya çıkmış ve kırılganlığın önemine işaret etmişti. Toronto zirvesi, ülkelerin karşılıklı belirledikleri politikaların küresel ekonominin harmonisinde tekrar dengeye oturtmayı konu alıyor. Krizden toparlanmanın ilk işaretlerinin alındığı dönemlerde de etkisini sürdüren kırılganlık, çıkış stratejilerinde ülkelerin birlikte hareket etmelerinin ne kadar da gerekli olduğunu ispatlamıştı. Kapsamlı bir finans sektörü reformu olmalıydı. Dünya Bankası ile IMF'nin yetkinliklerinin ve borç verme kapasitelerinin artırılması, kredibilitelerinin, güvenilirlikleri sağlamlaştırılması olmazsa olmazlar arasındaydı. Krize karşı savunma eşgüdümlü olmazsa, 1929 büyük buhranındaki gibi birbirini yiyip bitiren bir sürece dönüşebilirdi. G-20, küreselleşmedeki gidişleri tersine çevirecek bir güç olarak ortaya çıkmıştı. En önemlisi de, krizin aşil topuğu korumacılığın önlenmesi gerekiyordu. Ulusal politikaların uluslararası boyutları bir kez daha masaya yatırıldı. Çin Yuan'ın kirli dalgalanmasına izin veren kararıyla, G-20 toplantısını bir hafta önceden dünya gündemine oturtmuştu bile…
Deli-deli akarsan bura-bura tıkarlar, dengeleri sarsarsan ufkunu kaparlar
1994'da Çin ekonomisinin dünya ekonomisi içindeki payı sadece %2 iken, etrafındaki (Japonya dahil) Asya ülkelerinin ise %23 kadardır. 2008'de Çin payını %7'e yükseltmiş, Asya'nın diğer toplamıysa %14'e geriletmiştir. 14 yıl önce Çin ile Çin dışı Asya ülkelerinin dünya dış ticaretinden aldıkları pay oranlandığında, 11.5 katı büyüklüğe ulaşılıyordu. Bugünlerde bu oran, ancak 2 katı bir farkı ifade ediyor. Çin ekonomisi aynı zamanda 1.5 milyar nüfusuyla, tarımda dışa bağımlılığı en yüksek ulustur. Arthur Lewis'ın 1954 yılında ortaya attığı ikili ekonomi (dual economy) öngörüsüne ters gelişmiş, dünyanın en kalabalık ülkesidir. İkili ekonomi sanayiinin gereksinim duyduğu istihdamın, tarım sektöründe modernizasyon, verim artışı gibi nedenlerle oluşan fazla işgücü sayesinde karşılama esasına dayanıyor. 1979'da Nobel ödülü alan Lewis'ın ikili ekonomi anlayışını başarıyla uygulayabilen Singapur olmuştur. Çin ise, sanayileşirken tarım altyapısını ayakta tutamamıştır. Çin, Türkiye ve Rusya gibi hızlı büyüyebilen ekonomilerin tarım ürünlerinde dışa bağımlı olmaları, fiyat artışlarında etkili ilk nedendir. İkincisi biyodizel üretimlerinin hububata dayanıyor olmasıdır. Son olarak da, iklim koşullarındaki olumsuzluğun yetersizleştirdiği hasat verimsizliği ve arz eksikliğidir. Singapur ölçeğinde küçük bir ülke iseniz, tarımdaki dışa bağlılığınız dünya ticaretinde fiyat baskısı oluşturamaz. Oysa Çin o kadar büyüktür ki, küresel boyutta meyve, sebze, hububat fiyat artışlarındaki üç temel nedenden ilkini tek başına oluşturmaya yeterlidir. Küresel ekonomi için, durgunluk batağında enflasyonla mücadele başlar. Kötünün de kötüsü yaşanır. Stagflasyon ülkeden ülkeye kol gezer durur. Çin'in yaşadığı ikili ekonomi gerçeği, yuanı kontrollü dalgalandırmaya mecbur eden nedenlerden en önemlisidir. Enflasyon sadece Çin için değil, dünya için de çok ciddi bir tehdit olabilecektir. Hızlı büyüme Çin için fiyat artışı endişelerinin öne çıktığı bir konjonktürü ifade ediyorsa, dünyanın tepkilerini üzerine çeken politikalarını durdurmak en doğrusudur. Tabii bu noktada, kur rejimindeki kontrollü dalgalanma tercihinin nasıl uygulanacağı konusu önem kazanıyor.
Yanlış iliklenmişse gömleğinizdeki o ilk düğme, Teşvikse, tasarrufsa atışmalarınızdaki o bitmez ikileme
Euro'ya kabul standartlarında ülke bazlı esneklikler, maliye politikalarında birliğin tesis edilememiş olması gibi kırılganlıklar, uzun yıllar görmezden geline-geline son krizin temelleri atılmış oldu. Güvensizliğe neden olacağını bile-bile teşvik politikalarını gütmek intihar olur. Toronto'daki zirvede Euro Bölgesi tasarrufu, ABD ise teşviki savunuyor. Bu durumda, Türkiye hangisini uygulamayı uygun bulmalıdır dersiniz? Şüphesiz tasarrufu, derim. Bunu üç nedene dayandırabiliriz. Birincisi, Türkiye'nin koca bir tüketim toplumu ve tasarruf oranının zayıf olmasıdır. Öyleyse ABD niye teşvik uygulamalarında başarılı oldu diye düşünebilirsiniz. Çünkü ABD, dışa bağımlılığı en büyük olmasına rağmen, dolar basma yetkisini (senyoraj geliri yazabilmek) de elinde bulunduran tek ülkedir. Ayrıca FED, doların rezerv özelliğini kullanan sayısız enstrümanla donatılmıştır. İkincisi, Türkiye'nin geçmişi görev zararlarıyla, kayıt dışılıklarla, popülizmlerle doludur. Küresel yatırım kamuoyunun hafızalarında, dengeleri çabucak bozulabilen, popülist uygulamalara yatkın bir ulus yatmaktadır. Üçüncüsü, dışa aşırı bağımlı olmasıdır. Bunu en iyi ihracatın %67'sinin dahili şleme rejimi şeklinde (serbest bölge benzeri bir uygulama ile) biçimlendirilmiş olması gerçeğinde görürüz. Türkiye tarımda dışa öyle bağlıdır ki, FAO'nun araştırmalarına göre İzlanda'dan sonra, son yılların işlenmemiş gıda fiyat artışı en yüksek ülkesidir. 2009'un 30 milyar dolar düzeyindeki bilişim sektörü, on yılda 10 katı artarak 300 milyar dolar olacaktır. Ancak; hiçbir şirkete yatırım ve istihdam önkoşulu konmadan tüketim için kapılarımızı küresel aç kurtlara açarız. Oysa CISCO, geçen hafta Rusya'da 1milyar dolarlık yatırım kararını açıkladı. Unutmadan, bizde de HP Çerkezköy'de Foxcon ile 50 milyon dolarlık bir PC üretim tesisi kurma adımlarını attı. Bu girişim Türkiye'de bir ilk. Durumun vahametine bakın; sadece 50 milyon dolarlık ve bir ilk. Üretimi arka plana iten politikalarımızın nasıl da hatalı olduğunu, yıllar sonra bize öğretecek elbet. Umarız üretimden uzaklaşmanın faturasını çok ağır ödemeden, küresel gerçekliği görür, gerekenleri yerine getiririz.