Olmayacak duaya amin dememeli

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

 

Orhan AKIŞIK

Geçen hafta sonunda G-20 grubu ülkelerinin maliye bakanları ve merkez bankası başkanlarıyla Güney Kore'de biraraya gelen ABD hazine bakanı Timothy Geithner, ekonomik krizden çıkılmasında bundan böyle ABD'li tüketicilere güvenilmemesi gerektiğini belirterek, Avrupalı ve Asyalı meslektaşlarından tüketimin artırılması konusundaki talebini yineledi. Bu talebin öncelikle, ekonomileri ihracata dayalı Almanya, Japonya ve Çin'e yönelik olduğundan kuşku yok. "Biraz da biz satalım, siz tüketin"den başka bir anlama gelmeyen, global dengesizliğin giderilmesine yönelik bu isteğin haklı olup olmaması bir yana, bugünkü ekonomik konjonktür içinde gerçekleşmesi oldukça zor görünüyor.

Geithner'in bu talebi başlıca iki nedenden kaynaklanıyor. İlki, 80'li yılların başından beri uygulanan ve ABD'nin tam anlamıyla bir tüketim toplumuna dönüşmesine yol açan ekonomik büyüme modelinin, krizle birlikte sürdürülebilme olasılığının tamamen ortadan kalkmış olması.

Çünkü Amerikalılar, ne eskiden olduğu gibi harcamalarını finanse edecek ucuz ve bol kredi imkanlarına sahipler, ne de eski tüketim alışkanlıklarını sürdürmeye istekli görünüyorlar. Son bir yıllık dönemde tasarrufların artması bunun önemli bir göstergesi. Diğer bir neden ise, ekonomideki kırılganlığın hala devam etmekte oluşu. Ekonomi son üç çeyrek dönemden beri büyümesini sürdürse de, üretimdeki artış henüz işgücü piyasasına yansımış değil. Çalışma Dairesi tarafından yayınlanan rapor, işsizliğin azalma yönünde direnç gösterdiğini ortaya koyuyor. Mayıs sonu itibariyle 15 milyon olduğu açıklanan işsizlerin hemen hemen yarısını uzun süreden beri işsiz olanlar oluşturmakta. İşsizlik kaynaklı gelir kayıpları ve yüksek borçlanmanın neden olduğu zorunlu tasarruflar  tüketim harcamalarının yeterince artmamasının en önemli nedenleri arasında. Bu, ekonomi yönetimine istemeyerek de olsa harcamalara devam etmekten başka bir seçenek bırakmıyor.

Bütün bunlara ilave olarak, AB ekonomilerindeki borç krizinin ortak para birimi Euro'da neden olduğu değer kaybının, ABD'yi rahatsız etmiş olduğu görülmekte. Nasıl etmesin ki ? Zira dolar

karşısında günden güne gerileyen Euro, bu ülkenin gündeminde uzun bir süredir yer alan ihracatın ekonomideki payının artırılması hedefinin önünde çok önemli olmasa da bir engel.

Uzun süreden beri, Çin'i uyguladığı döviz politikasından dolayı suçlayan ABD'nin bundan rahatsız olmaması mümkün değil. Hazine bakanı Geithner'in Almanya maliye bakanı Wolfgang Schaeuble'ye, ekonomik büyümeyi desteklemek için kamu harcamalarına devam etmeleri yönündeki telkininin de, bu ülkenin harcamalarda 80 milyar Euro dolayında kısıntıya gitme kararı almasıyla, işe yaramamış olduğu görülmekte. Esasen, bütçe açıklarını azaltma konusunda öteden beri kararlı olan Almanya'nın, bu kararını bir an önce uygulamaya koymasında değeri düşen Euro'nun payının olduğunu da söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü bu ülke, kemer sıkma politikasının ekonomi üzerindeki olumsuz etkisinin ucuzlayan Euro'dan dolayı artması beklenen ihracatla

dengelenebileceğinin hesabını yapmaktadır. Gerçekten de, Euro'daki değer kaybına bağlı olarak ihracatın ucuzlaması, AB bölgesinde bu yıl için öngörülen büyüme rakamlarının tahminlerin üzerinde gerçekleşmesine yol açabilir. Morgan Stanley tarafindan yayınlanan raporun sonuçları bu görüşü doğrular nitelikte. Buna göre, Euro'nun değerindeki % 10'luk bir düşüşün bir yıl

içinde AB bölgesinde ekonomik büyüme oranını % 0.7 oranında artıracağı öngörülüyor. Ancak, dolar karşısında değer kaybetmeye devam eden Euro, AB'nin genelinde ekonomik büyümeye katkı sağlasa bile, ekonomileri içinde ihracatın fazla bir yer tutmadığı Birliğin zayıf ekonomileri Yunanistan, İspanya ve Portekiz'in toparlanmalarında yetersiz kalabilir. Kaldı ki, Euro'nun değer kaybetmeyi sürdürmesi orta vadede enflasyonist eğilimlerin su yüzüne çıkmasına ve AB ülkelerinin yatırımcılar açısından cazibesini yitirmesine de yol açabilir. Yazının başına dönersek … ABD'nin küresel dengesizliğin giderilmesi konusunda uzun süreden beri gündemde olan bu talebi, dış ticaretleri fazla veren ülkeler nezdinde karşılık bulabilir mi ? Olmayacak duaya amin dememeli. Çünkü ileriye dönük belirsizliğin sürdüğü günümüz ortamında, ülkelerden kendi ekonomik çıkarlarına ters düşen politikalar uygulamalarını beklemek gerçekçi değil. Bu bağlamda, ABD'nin dış ticaretleri fazla veren Almanya, Japonya ve Çin'den fazla birşey beklememesi doğru bir yaklaşım olacaktır. Emek yoğun malların ihracatına yoğunlaşmış Çin dışında, ihracatları içinde otomobil, makine, kimyevi ve elektronik ürünlerin büyük yer tuttuğu Almanya ve Japonya'nın bu büyüme stratejisinden vazgeçmeleri söz konusu olamaz. Peki bu böyle devam edemeyeceğine göre çözüm nedir ? Bu konuda iş büyük ölçüde ABD'ye düşmektedir. Başta uzay teknolojileri ve uçak olmak üzere teknoloji yoğun mallarda karşılaştırmalı üstünlüğe sahip ABD'nin, kuru fazla sorun yapmadan ihracatını artırmasının yollarını bulması gerekiyor.

 

 

Bu konularda ilginizi çekebilir