Küresel ekonominin tepesinden inemeyen Demokles'in kılıcı: Sistemik kriz

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

A. Levent ALKAN / Araştırmacı-Yazar

Padişah, şehir merkezlerindeki dinginliği sağlayabilmek adına, bir dizi önlem almaya karar verir. Sokak aralarında bağıra-bağıra mal satan seyyarlar, anında cezalandırılacaklardır. Fakat "kurallar çiğnenmek içindir" diyen iki kafa dengi, halden biri erik, öbürü karpuz alıp; mahalle aralarına dalarlar. Bağıra-bağıra önde erikçi gerilerde de karpuzcu sata sata dolaşırlar. Adamlar, iki kafadardan erik satanı kıskıvrak yakalarlar. Erikçinin cezası fermanın emrettiği şekliyle hemen oracıkta uygulanır: erikler satıcının ağzından midesine doğru tıka basa dolduruluyordur. Fakat ilginçtir, direnç göstermesi beklenen erikçi, durmadan gülüyordur. Adamlar dayanamayıp sorarlar; ne gülüyorsun be adam? Erikçi yanıtlar; arkadan gelen karpuzcunun ağzına o koca karpuzları nasıl sığdıracağınızı düşünüp gülüyorum der.

Yaşadığımız son kriz de erikçi fıkrasına benzer bir gelişime konudur. Yunanistan, 30 milyar doları AB fonlarından, 15 milyar doları da IMF'den olmak üzere toplam 45 milyar dolar borçlandı. ECB'nin politika faizi %1 iken, Yunanistan'ın CDS spredi 450 baz puanlara (bps) kadar çıkmış; 10 yıllık devlet tahvilindeki toplam borç maliyeti de %7.58'lere kadar tırmanmıştı. Güven bunalımının ayyuka çıktığı dönemlerde bir AB ülkesi Yunanistan, %7.58 borçlanabiliyorken, TC hazinesi 2 Mart'taki ihalede %8.95 ile borçlanmıştı. Faizler bu kadar düşük seviyelerdeyken ayakta durmakta zorlanan Avrupa'nın Yunanistan, İspanya, İtalya, İrlanda, Portekiz (PIIGS) beşlisi, faizlerin yükselen olasılıkla artacak olması gerçeği karşısında çaresizliğini düşünmek bile istemiyorum. Para yönetimleri öngörüyle yaklaşmasalardı kriz, bir tetik de orda yaşardı. Çünkü Cuma günü Fitch, Yunanistan'ın notunu iki kademe aşağı, yatırım yapılabilirin en alt sınırına çekmişti bile. Yunanistan'a hem çok yüklü bir meblağda yardım yapılıyordu, hem de piyasadaki %7.58 borçlanma faizine kıyasla 258 bps daha ucuz %5 faizle. Avrupa'nın sorunluları sadece PIIGS beşlisi miydi? Sanmıyorum. Öyleyse, kırılganlık yine kapıyı çalar mı çalar. PIIGS beşlisi ile reel ya da finansal açıdan ilişkide ülkeler; başta Türkiye olmak üzere, birçok gelişen ve gelişmiş ülke tetiklenme, kırılganlık, bulaşma endişeleriyle krizin göbek taşına serilmiş ter atıyorlar. Kriz, diğerlerinden farklı olarak sistemik bir etkiyle öne çıkıyordu.

Finans gündemine son krizle birlikte giren sistemik risk, batamayacak kadar büyük (TBTF) ve batamayacak kadar birbirine bağlı (TICTF) krizin bu evresinde bile soluğunu ensemizde hissettiriyor. Krizi adım-adım irdelersek; ilk kıvılcımın 2005'teki otomotiv üreticilerinin CDS sorunlarıyla atıldığını, bunu Ağustos 2007'deki Minsky anı kırılmasının ve Eylül 2008'deki Lehman Brothers küresel bulaşmasının izlediğini görürüz. Şu halde küresel sistemik krizin, üç boyutundan söz edebiliriz. Birinci boyutta, a) Kırılganlık (Fragility); ikinci boyutta, b) Bulaşma (Contagion); üçüncü boyutta ise, c) Tetiklemedir (Trigger) yer alır.

Ulusal ekonomimizin bu küresel tablodaki yerine bakarsak, karşımıza şunlar çıkar: 1. Mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış Şubat 2010 sanayi üretimi, Şubat 2009'a göre +%15,6 artıyor. Tamamen baz etkisi çünkü 2009'un ilk ayları üretimde diplerin yaşandığı aylardır. Biraz geçmişe gidersek, krizin kırıldığı 2007 yıl ortalamasına göre -%2,4 gerilemiş, krizin bulaştığı 2008 yıl ortalamasına göre -%1,2 düşmüş ve krizin derinleştiği 2009 yıl ortalamasına göre ise +%9.5 büyümüştür. Maalesef imalat sanayimiz dışa aşırı bağımlıdır. Sanayi üretimindeki büyümeyi, Şubat dış ticaret miktar endeksinde kaydedilen yıldan yıla değişimle kıyaslarsak bu değişimi görebiliyoruz.

Birinci grafikteki farklı renkli eğriler; imalat sanayi, ihracat ve ithalatı ifade ediyor. Eğrilerin diplerinden geçen doğru ile eğimleri hakkında fikir elde etmek mümkün. İmalat sanayi ile ithalatın eğimleri birbiri, birbirine bitişik iki eğri sergilerken çok dar bir açı yapıyor. Aynı imalat eğimiyse ihracat ile oldukça ayrık ve daha büyük bir açı yapıyor. Çünkü imalat sanayi ihracatla 0,59; ithalatla 0,98 korelasyona işaret ediyor. Yani ulusal ekonomide üretim eşittir ithalat, ithalat eşittir üretim denklemi çok güçlü ve kriz döneminde de hissediliyor. Peki bu denklem ekonominin belkemiği imalat sektörü için; ihracat eşittir üretim, üretim eşittir ihracat şeklinde kurulamaz mı? Pek tabii ki kurulabilir. O zaman Türkiye bir BRIC ülkesi olur. İthalat ile ihracatın farkından oluşan net ithalat açısından bakıldığında, dışa en çok bağımlılığımızı ham petrol ve enerjide sektörlerinde yaşanır. Finansman ve bilgi-birikim-tecrübe (know-how) bağımlılığı her sektörün olmazsa olmazıdır. Tüketim büyüklüğü olarak en yüksek dış bağımlılığımız, petrol sonrasından yağlı tohumlarda yaşanır. 2009 yağlı tohum üretimimiz nüfus artışımızı aşamayarak, ancak 1.37 milyon tonla %2.3 arttı. Verimli topraklarımız, bol güneşli ve yağışlı iklimimiz; tarıma uygun bir ortam sunar. Dışa bağımlılık burada da belimizi büker. Hangi taşı kaldırsak, altından ciddi bir planlama gereksinimi çıkıyor. 2007 ve 2008 yıllarının motoru inşaat sektörü; bu yıllarda sadece sadece birkaç reel puan yükselmiş. Oysa nominal, %11,7 ve %9,3 yıllık büyüme kaydetmiş. 2009 yılı inşaat için en kötü yıl oldu. Sektörün cirosundaki küçülme, nominal %14,1; reel %18.8'e daralmaya karşılık geldi. 2009 için inşaat üretimi de %16,6 küçüldü. Çünkü 1999 depreminden başlayarak maket üzerinden gerçekleştirilen satışlar, 2007 yılından yığılmaya neden oldu, stoklar şişti. Sektör, stoklarını eritmeğe çalışıyor. Bu nedenle üretimin 2009 yılında düşük kalması oldukça mantıklı bir seyirdir.

Gelelim geçen haftanın en önemli verisi, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) açıklarına: Hiçbir zaman unutamadığımız bütçe açıklarımız, 2010 için de ekonomimizin peşini bırakmadı. SGK Ocak 2010 verileri, aylık 2.82milyar TL açığa işaret ediyor. Öngörülerime göre, yılın tamamında bütçe açığımız 34milyar TL olarak sonlanacaktır. Böylece toplam TSH'ler GSYIH'nın %3.3 düzeyine tırmanacaktır.

Yıl 2001, Türkiye bankacılık ve likidite krizini yaşıyor. Ardından oldukça sert önlemler geliyor. Nasrettin hocanın 2001'de komşusundan aldığı kazan, o yıllarda güçlü ekonomiye geçiş stratejilerini belirlemişti. Taşların yerli yerine oturmasıyla, 2001'de finans sektörüne yönelik alınmış önlemler, 2005-2010 küresel sistemik krizinde semeresini veriyor. Nasrettin hocanın kazanı yeni bir kazan doğuruyor. Doğuran kazanı kabullenmek, öleni de baş tacı etmeyi gerektirir. Ulusal ölçekteki en derin krizimizin ardından gelmiş planlamalar, kontroller, denetimler yönlendirmeler; finans sektörümüzün canına can katıyor. Oysa reel sektör, rekabet yarışında gerilere düşüyor; zayıflıyor, kan kaybediyor. Demokles'in kılıcı, sistemik riskten bir türlü arınamayan küresel ekonomi kadar, bizim de tepemizde sallanıp duruyor.

Bu konularda ilginizi çekebilir