Borç krizi ve Euro'nun geleceği AB'yi zorluyor
Orhan AKIŞIK
Bundan önceki yazımda, krizin kontrol altına alınmasının Avrupa Merkez Bankası'nın (ECB) fiyat istikrarını ön planda tutan büyüme karşıtı politikasıyla mümkün olmadığını; ECB Başkanı Trichet'nin, Yunan devlet bonolarını kredilerin teminatı olarak kabul etmeye devam edecekleri yönündeki açıklamasının, para politikasındaki değişmenin bir işareti olarak görülebileceğini belirtmiştim. Haftanın başında AB'nin, 750 milyar Euro, yani yaklaşık 925 milyar dolar tutarındaki yardım paketini onaylaması bu görüşü kısmen doğrulamakta. Hatta, ECB bu defa beklentilerin de ötesine geçerek, sadece kamu borçlanma senetlerini değil, özel sektör tarafından ihraç edilenleri de teminat olarak kabul edeceğini açıkladı. Bu, 2000'li yılların başında Japonya ve son büyük resesyonda da Amerikan ve İngiltere Merkez Bankaları tarafından uygulanan genişletici para politikasının bir benzeri. ECB yetkililerinin, para arzındaki artışın sterilize edileceğini söylemeleri ise, şimdilik piyasaları Euro'nun değerinde meydana gelebilecek olası değişikliklere karşı rahatlatmayı amaçlamaktan öte bir anlam ifade etmiyor.
ECB'nin açıklamasının hemen ardından Amerikan Merkez Bankası'nın (FED), Euro karşılığında piyasalara ve merkez bankalarına dolar vermeye hazır olduğu şeklindeki açıklaması ise, Avrupa'daki borç krizinin küresel bir krize dönüşmesini önlemeye yönelik. Çünkü başta Yunanistan olmak üzere diğer yüksek borçlu ülkelerden istenen, harcamaları kısan, vergileri artıran kemer sıkma politikasını bir an önce hayata geçirmeleri. Ancak para politikasında gevşeme olmaksızın uygulanacak bu politikanın, ülkelerin iflas etmesine yol açmasının yanı sıra, Euro'nun geleceğini de tehdit edeceği açık.
1996 yılında Alberto Alesino ve Roberto Perotti tarafından OECD ülkeleri üzerine yapılan bir çalışma, vergiler artarken kamu harcamalarında kısıntıya giden bir politikanın uzun dönemde kamu finansman dengesinde bir iyileşmeye yol açmadığını ortaya koyuyor. Buna karşılık, vergileri artırmadan kamu harcamalarının azaltılması, etkin bir para politikasıyla birlikte uygulandığında, büyümeye daha kolay geçişi sağlayarak, borç yükünü azaltıyor.
AB tarafından uygulamaya konulacak büyük çaplı bu istikrar paketinin ekonomik konjonktürde iyileşmeye yol açıp açmayacağını şimdiden kestirmek zor. Ancak bu, orta vadede yeni borç krizlerine neden olabilir. Çünkü gerek kredi kuruluşlarına gerekse de borcu yüksek diğer ülkelere ödeme zorluklarıyla karşılaştıklarında yardım edileceği mesajını vermekle, bütçe disiplininden uzak kamu politikalarını teşvik ediyor.
Avrupa Birliği Anlaşması'nın 105'inci maddesine göre, Avrupa Merkez Bankaları Sistemi'nin temel amacı, genel fiyat düzeyinde yıllık %2'nin altında artışlar şeklinde tanımlanan fiyat istikrarını sağlamak. Farklı bir deyişle, fiyat istikrarından anlaşılan enflasyonun kontrol altına alınması.
Peki, ya deflasyon ? İşsizliğin arttığı ve üretimin gerilediği bir ekonomide, fiyatlar genel düzeyindeki düşme olarak tanımlanan deflasyona söz konusu maddede yer verilmemiş olması, önemli bir eksiklik. Çünkü fiyat istikrarını korumak salt enflasyon karşıtı bir para politikasıyla değil, aynı zamanda deflasyonist eğilimleri de önlemeyi amaçlayan bir politikanın uygulanmasıyla mümkün. Kaldı ki, şu anda, AB içinde enflasyondan çok deflasyon riski söz konusu. AB ekonomilerinin 2010'da %1 civarında büyüyeceği tahmin ediliyor. Bu oran, yükselen piyasa ekonomileri ve ABD'nin beklenen büyüme oranlarıyla kıyaslandığında oldukça düşük. Kamu borcu yüksek Yunanistan ve İspanya ise, bu yılı da resesyon içinde geçirecek. Öte
yandan, tüketici fiyatlarındaki artışın AB genelinde yıllık hedef fiyat artışının altında kalacağı tahmin ediliyor. Bu bakımdan, ECB'nin para arzında artışa yol açacak politikasının yerinde olduğu söylenebilir.
Gerek Yunanistan'a yapılacak 110 milyar Euro'luk yardım, gerekse onaylanan bu sonuncu pakette AB'yi harekete geçiren ana etken, Yunanistan kaynaklı borç krizinin Avrupa kıtasına yayılarak bir finansal krize ve Euro'nun çöküşüne yol açabileceği korkusu. Aslında, AB'nin çöküşü anlamına gelecek bu tehlikeye, geçenlerde 80. yaş günü kutlanan birleşik Almanya'nın mimarı ve AB'nin oluşumunda büyük emeği geçen önceki Şansölyelerden Helmut Kohl
tarafından dikkat çekildi. Kohl, Euro'nun, Avrupa'da barışın garantisi olduğunu; bundan dolayı, Yunanistan'a yardıma karşı çıkanları anlayamadığını söylemişti. Şansölye Kohl bu düşüncesinde haklı. Çünkü ekonomisini ayakta tutamaması durumunda, bu ülkeye Parasal Birliği terk etmekten başka bir seçenek kalmıyor. Benzer gelişmelerin Birliğin yüksek borçlu diğer ülkeleri İspanya ve
Portekiz'de de yaşanması Euro'nun sonunu da getirebilir. Euro'nun istikrarlı bir para birimi olma konumunu sürdürmesi, kısa vadede AB ekonomilerinin istikrarlı büyümesine bağlı. Uzun vadede ise bu, siyasi birlik sağlanmadan olanaksız. Zira, ortak bir para biriminin birden fazla bağımsız ülke tarafından kullanıldığına tarihte de rastlanmıyor. Birlik üyesi ülkelerin spesifik ihtiyaçlarını karşılayacak bir para politikasının olmayışı, temel sorun. Açmak gerekirse, Birlik genelinde uygulanan para politikasının, bu açıdan muhafazakar bir anlayışa sahip Almanya'ya göre ayarlanması, ekonomileri zayıf Güney Avrupa ülkelerinin sorunlarını ağırlaştırıyor.
AB'nin ekonomik yanının, siyasi yanına üstün geldiği gayet açık. Peki, AB, ABD benzeri bir siyasi birliğe doğru gelişebilir mi? Temel amaç bu olsa da, ulusal kimliklerin çok güçlü olduğu Birlik üyesi ülkelerde bu, en azından şimdilik bir ütopyadan ileri gitmiyor.