Woody Allen’da 'aşkın tortusu' kalmış!
Woody Allen tutkunlarının yüzü bu hafta iki sebeple gülüyor; ilki bir süredir merakla bekledikleri yeni filmi “Cafe Society”nin vizyona girmesi, ikincisi ise tabii ki filmin incecik esprileri...
NERMİN SAYIN
Son elli yılın sinemasına, özellikle de mizahına baktığımızda; ufak tefek, zeki ama güvensiz, sakar ama sevimli, çilli bir aktör-yönetmenin cüssesine inat “dev gibi” varlığına tanık oluruz: Woody Allen’ın. İlk zamanlar kendisinin oynadığı, son yıllarda ise ısrarla kendisine benzeyen ya da öykünen aktörler üzerinden anlattığı hikâyelerde kendimize, hayatlarımıza dair o kadar çok şey bulduk ki adetâ sanatın evrenselliğini yeniden kanıtladı bize... Woody Allen tutkunlarının yüzü bu hafta iki sebeple gülüyor; ilki bir süredir merakla bekledikleri yeni filmi “Cafe Society”nin vizyona girmesi, ikincisi ise tabii ki filmin incecik esprileri...
Bir “Annie Hall” değilse de...
Benim de tabiri caizse koşa koşa gittiğim “Cafe Society”, doğrusu bir “Annie Hall” değil! Yıl olmuş 2016, örneğin 1977’den diyenlere de şunu söyleyebilirim: Bir “Paris’te Geceyarısı” da değil! Ama son yıllarda Paris’e, Roma’ya, Barselona’ya uzanan Woody’mizin kendi coğrafyasına; New York’a döndüğünün altını çizen; onun mizahına -ve müziğine- çok yakışan caz çağına ait olması, yıllar sonra yeniden aşkı ele alması gibi bir sürü nedenle izleyenin ortalamanın üstünde bulacağı bir film “Cafe Society.” En çok da yarım kalan bir aşk hikâyesi olanlar sevecekler bu filmi -Kimin yok ki!-
Filmi izlerken, hele hele son sahnede, Ali Kocatepe’nin belki de en güzel şarkısının sözleri geldi aklıma: “İlk aşk böler uykularını/ Sabahı zor edersin yorgun argın / İlk aşk uçurur bulutlara / Kanatlanır gönlün / Koşar dolu dizgin / Sonra fırtına diner / Ve buruk tadıyla / Aşkın tortusu kalır.” Woody Allen’ın yazıp yönettiği yeni filminin kahramanları Vonnie ve Bobby’nin hızlı başlayan ve sonunda bir şelale gibi dökülüp dağılan aşklarının başına tam olarak bu geliyor işte. Öyle ki kendisi de bir müzisyen olan Woody Allen, bu şarkıyı bilse, kesin filme koyardı! İşin şakası bir yana, film, 1930’ların yükselen sesi caza ait o kadar güzel şarkılar ve doğaçlamalar içeriyor ki sadece bir müzikal olarak bile izlenebilir.
Vonnie ve Bobby dedik, kim onlar? Bobby, New Yorklu Yahudi bir ailenin en küçük çocuğu, sıkılmış, Phil dayısı da Hollywood’ta sözü geçer bir menajer, onun yanına gelip Hollywood rüyasına katılan bir genç. Vonnie ise güzel, ayakları yere basan, romantik bir kadın. Aynı zamanda Phil dayının sekreteri. Bobby kıza görür görmez, Vonnie delikanlıya tanıdıkça vuruluyor... Ama, -en sevdiğim laf, hazır yeri gelmişken kullanayım- kader ağlarını örüyor!
Roman okur gibi...
“Cafe Society”de ana hikâye bu aşk ve “gelişimi” ama müthiş yan hikâyeler de var. Zaten “Cafe Society”- yi bir Woody Allen filmi yapan da bahsettiğim tortudan ziyade bu anekdotlar. Bir kere yan karakterlerin hepsi “Bizi Woody Allen yazdı” diye bağırıyorlar! Bobby’nin sürekli itişen anne-babası, hayatının aşkı "düşünen adam"la evlenmiş ablası, hele hele feylesof enişte... İşin filmi tadını kaçırmamak için anlatmak istemediğim bir mafya boyutu da var ki Bobby’nin ağabeyi Ben’den kaynaklanıyor. Ben ve arkadaşlarının “Godfather” parodisi tadındaki sahneleri, benim bu filme dair en sevdiklerim oldu.
Bu yılki Cannes Film Festivali’nin açılışında gösterilen “Cafe Society”, bir film kadar bir roman tadı da bırakıyor damaklarda. Zaten Woody Allen da diyor ki: “Senaryoyu bir roman gibi kurguladım. Bir kitapta olduğu gibi, filmin içinde de bir an soluklaşıp baş kahramanı kız arkadaşıyla, ailesiyle, kız kardeşi veya gangster ağabeyiyle, Hollywood yıldızları ya da bitirimleriyle, hatta sonrasında sosyetenin içinde politikacılarla, güzel kızlarla, playboylarla, düğünlerinde karısını aldatanlarla ya da kocasını öldürenlerle birlikte görebilirsiniz. Benim için bu hikâye, bir kişinin değil herkesin hikâyesiydi...”
'Cafe Society'de kim, kimdir?
BOBBY (JESSE EISENBERG): Bir oyun yazarı da olan genç aktör, hem Hollywood’taki tıfıllık döneminde, hem de kulüp açtıktan sonraki işini bilir işadamında başarılı bir kompozisyon çiziyor. Fakat filmin belki de en zayıf yanı; bu çabucak olan dönüşüme seyirciyi inandıramaması... Gerçi aktör iyi, ona bir sözüm yok ama, hayatta bu kadar hızlı mı değişiyoruz; o süveterli çocuk bir hayalkırıklığıyla papyona mı terfi ediyor, doğrusu bilemedim...
VONNIE (KRISTEN STEWART): Stewart’a 1930’ların saçı, makyajı, havası çok yakışmış. Ruhen de Vonnie’yi yakalayabilmiş. En güzel sahneleri iki erkek arasında seçim yapmak zorunda kaldığında yaşadığı gelgitler...
VERONICA (BLAKE LIVELY): Ekranların “Dedikoducu Kız”ı Blake Lively, bu kez son derece naif. Lively, aldatılmış olsa da hâlâ kendini koruyacak bir eş arayan domestik güzel için ilginç bir seçim doğrusu.
PHIL DAYI (STEVE CARELL): Bir başka ilginç seçim de aşka yenilmiş kurt menajeri oynayan Steve Carell. “40 Yıllık Bekar” gibi komedilerin şapşal tiplerinden Phil’e evrim geçirmiş doğrusu. Fakat, Bobby’e aşkını itiraf ettiği sahne bile, onu alkışlamaya yeter...