Doğadan tarihe sanattan spora 16 rota
Herkesin tatilden beklentisi farklı... Kimi doğanın kucağında olmak istiyor, kimimimarisiyle göz alan bir şehrin sokaklarında kaybolmak... Bu hafta "Ekstra Gezginleri" olarak kolları sıvadık ve deneyimlerimizden yola çıkarak sizlere "gökkuşağı gibi bir gezi paleti" hazırladık..
Bu yaz nereye gitsek? Bu soru sizin de aklınızı kurcalıyorsa, seyahat deneyimlerini sık sık sizler için kaleme alan “Ekstra Gezginleri”nin yaşanmışlıklarla bezeli önerilerine göz atmanızda fayda var! Hakan Güldağ, Faruk Şüyün, Handan Sema Ceylan, Didem Eryar Ünlü, Selenay Yağcı ve Nermin Sayın; macera, kültür, keşif, deneyim ve huzur dolu güzergâhlar çizdiler sizler için...
Kendinden emin İstanbul, şaşırtmayı seven New York, cıvıl cıvıl Hamburg
Faruk Şüyün
Görkemli silüetiyle vazgeçilmez bir kent...
Kentler, yalnızca geçip gitmek için mi varlardır? Bu soruya yanıtım, hep “evet” olmuştur… Ama İstanbul , daha sokağa adımımı atar atmaz, peşime takılmıştır. Nereye, hangi kente, hangi ülkeye gidersem gideyim, o görkemli silüeti arkamda hissetmişimdir… Soluğunu ensemde duymuşumdur. Bu nedenle de onu kıskandırmamak, kırmamak için temkinli davranırım…
Diğer kentlerle küçük küçük kaçamaklarım olmamış değildir, ama o, bunları hissetse de büyük bir şefkat ve anlayışla göz yumar. Kendinden öyle emindir ki ondan başkasını sevmem, âşık olmam asla mümkün değildir; böyle bir şey olsa, belki de müdahale edecek, izin vermeyecektir… Bu nedenle New York ve Hamburg ile küçük kaçamaklarımı ona anlatamamışımdır. Neme lâzım! İstanbul, doğup büyüdüğüm, ilişkiler yumağının dağılıp saçıldığı yerdir… Ne kadar çözmeye çalışsam, o kadar dolanırlar. Caddelere, sokak aralarına sıkışır, parklarda ağaçlara takılır, apartman dairelerine gizlenirler. Bir dönem oturduğum Galata Kulesi'nin dibindeki 1872 tarihli, kârgir yapının tepesinden bakarak az mı aramışımdır onları...
Diğer kentler, benim için birer örgü sırasıdırlar, keyifle geçilmiş… Söylediğim gibi bunlardan ikisi bunun ötesine gitmiş, bir eldiven gibi ellerimi olsun ısıtmışlardır…
Sokakları daime sürprizlere açık...
Dün gibi anımsıyorum yazılarımdan birine “Yine, yeniden New York” başlığını atmıştım… Sonsuz yürüyüş demekti New York… Haftalık tren ve metro kartı, yalnızca bir müzeye kapanmadan yetişebilmem veya Bronx’taki hayvanat bahçesine, Brooklyn’in güneyindeki akvaryuma bir an önce gidebilmem içindi… Lokantalar, caz kulüpleri, sinemalar yürüyüşlerime ara verdiğim zamanlardı… Tabii ki 36.-51. caddeler arasında olmasına özen gösterdiğim otellerdeki kısa dinlenme uykuları… Uzun seneler bu ritüeli yine, yeniden yaşayacaktım… Her şey yerli yerinde ve aynıydı ama, o tırnak içinde kargaşada gördüklerim, hep şaşırtıcıydı…
Köprüler diyarında...
Biliyor musunuz, sabah sokağa çıkınca gökyüzüne bakar, eğer kurşuni renkli bulutlarla kaplıysa ve yağmura gebeyse, “Hah, işte tam Hamburg havası!” derim… Venedik ve Amsterdam’dakilerin toplamından daha fazla sayıda; tam 2 bin 302 köprüye sahip bu kent; 50’nin üzerinde müze, 4 binden fazla restoranla benim için gerekli olan her şeye sahip... Ama hepsinden önemlisi, Abi ve Demir Gökgöl (ne yazık kaybettik) gibi iki dostumun yaşadığı şehir. Bir kenti sevdirenin orada yaşayan insanlar olduğuna hep inanırım… Ama hep döndüğüm şehir İstanbul… Son yıllarda Londra göz kırpsa da aldırmıyorum. Başka kentler boş yere umutlanmasın, onu hiç aldatmayacağım…
Budapeşte yaşama sevinci, Sighisoara mazi, Eski Foça iyot kokarken eşsiz gerdanlığını kuşanmış...
Nermin Sayın
“Mavi Tuna”nın lakabının hakkını verdiği bir günde, Buda ve Peşte kıyılarındaki zarif binaları, nefis köprüleri dimağıma kazırcasına dolaşmıştım kentte. Tabii çılgınlar gibi fotoğraf çekmediğim anlarda. Öyle hoş bir şehir ki Budapeşte “birazı” sizde kalsın istiyorsunuz, benim de tüm çabam bundandı. Ama bir dahaki gidişimde “vizörden değil”, doya doya bakacağım ona... Citadella’ya; Balıkçılar Tabyası’na çıkacağım, sanatla süslü Kale’yi yeniden gezeceğim. Bir vals mırıldanacağım Vaci caddesinde tur atarken... Geleceğim sana yeniden Budapeşte, eminim, Matyas Çeşmesi’nde boşuna mı bunu diledim!
Transilvanya'da Bir Sakson şehri...
İnsan bazı kentlere gittiğinde kendini uçaktan değil de zaman makinesinden inmiş gibi hissediyor. Özellikle Avrupa’da kimi yerler, bu özelliklerini korumak için çaba sarf ediyorlar, çünkü bu mazi kokusu turizm alanındaki mühim şanslarından. Transilvanya turumda, böylesi bir kente uğramıştım; Sighisoara'ya... Ortaçağ’dan, Saksonlardan kalma binaların özenle korunduğu kentin Kont Drakula’nın doğum yeri olduğu da söyleniyor. 16.-17. yüzyıla kadar 15 farklı loncaya mensup tüccarın şehri olan Sighisoara’da evler rengârenk.
O, sirenlerin yurdu...
Bu minik seçki benim için “İlle de Ege” olmadan bitmez! Hatta yaz ortasına kadar "gökgözlü" deniziyle bizi epey üşütecek -bir yandan da zıpkın gibi kendimize getirecek- olan Kuzey Ege olmadan... Ege’den önereceğim güzergâhı seçmekte zorlandıysam da Eski Foça’da karar kıldım nihayet... Başta sirenler olmak üzere mitolojik öyküleri, nefis mutfağı, iyot kokusu, değirmenleri, taş evleri ve “balığa doymuş” kedileriyle Eski Foça, benim en sevdiğim huzur duraklarından.
Mallorca’da Chopin’i, Sapadere’de şelaleyi, Tuna’da geçmişi dinleyerek
Handan Sema Ceylan
Çılgın geceler ve sakin yürüyüş rotaları yan yana...
Eğer ‘büyük ada’ya gitmek istiyorsanız tek adresiniz Eminönü’nden vapurla ulaşacağınız Prens Adaları’nın en büyüğü değil! İspanya’nın Balear Adaları’nın en büyüğü Mallorca -ki çift ‘l’ harfi y olarak okunuyor ve Mayorka olarak telaff uz ediliyor- Latince ismiyle ‘Büyük Ada.’ Ibiza ve Minorca adalarının ağabeyi Mallorca, kocaman bir havaalanına sahip. Bu yüzden Almanların ve İngilizlerin gözde tatil mekânı. Deniz, kum, çılgın gece hayatı adanın bir yüzü. Madalyonun diğer yüzünde, sakin dağ köyleri, güzel yürüyüş rotaları var. Picasso’nun, Miro’nun ilham kaynağı Mallorca, ünlü bir aşkın da sığınağı. Polonyalı piyanist ve besteci Chopin’in, Fransız yazar George Sand’le adada kaldığı dönemde bestelediği 24 Prelüd’ü tatil rotanıza karar verirken dinleyebilirsiniz. 300 yıl Müslüman Arapların hakimiyetinde kalan adada kırmızı üzerine beyaz hilalli bayrağı da gördüğünüzde şaşırmayın. Bir de Barcelona’ya gitmeyi düşünüyorsanız, ucuz uçak biletlerinden alıp iki gününüzü de Mallorca’ya ayırabilirsiniz.
Torosların turkuaz kızı...
Öğrenciyken haber yapmak için gitmiştim Sapadere’ye... Sapadere, Alanya’nın bir dağ köyü. İpekböcekçiliği yapılan köyde, dokuma tezgâhları kurulmuş ve kadınlar için iş alanı yaratılmıştı. Ben de kozadan kumaşa uzanan öyküyü dinlemek için yola koyulmuştum. İlçe merkezinden Toroslara tırmanırken, içinde bulunduğumuz doğanın gerçek mi olduğunu, yoksa pastel boyalarla mı çizildiğini anlamak için arabanın camını açtım! Köyün yanıbaşında şelaleleri ve etkileyici turkuaz sularıyla Sapadere Kanyonu var. 2008’de üzerine tahta köprüler yapılarak turizme açılmış. Yolu sapa demeyin, mutlaka uğrayın!
Tuna üzerinden "Sultanlar Yolu"
Tuna Nehri... Doğduğu topraklar Kara Ormanlarda; Almanlar ona Donau diyor. 10 ülkeyi kat edip Karadeniz’e dökülüyor. Romalıların üzerine deriden asma köprüler kurduğu, şanı büyük Osman Paşa’nın ‘Plevne’den çıkmam’ dediği, binlerce savaşın kıyılarında yapıldığı Tuna, şimdi akıllı şehirlerin yanında sessizce akmaya devam ediyor. Üzerinde adalar, kanallar bulunan Tuna’da güzel trekking rotaları da var. İsterseniz Tuna’nın yanı başından ‘Sultanlar Yolu’nu takip edip I. ve II. Viyana seferlerinin menzillerini izleyerek Avusturya’dan İstanbul’a yürüyebilirsiniz!
Yaşadığınızı dağda iliklerinize kadar hissedin!
Hakan Güldağ
Hakan Güldağ ve oğlu Deniz (sağda), yıllardır zirve yolculukları yapıyor, birlikte doğayı keşfediyorlar. 3 bin 937 metre yüksekliğindeki Kaçkar'a defalarca
tırmandılar. Yukarıdaki adrenalin dolu fotoğrafta ise yine büyülü bir rota olan Elbrus tırmanışındalar... O zirvenin hikâyesi ise bir başka Ekstra'ya...
Oğlum Deniz ile birlikte yıllardır doğa yürüyüşleri yapıyoruz. Aytepe, Ballıkayalar, Erikli, Menevşe yaylası derken, Deniz 11 yaşındayken rotayı Kaçkar’a çevirdik.
Çevirdik çevirmesine de, koca dağ; 3 bin 937 metre…
Nasıl yaparız, nasıl gideriz... Bukla Tur imdadımıza yetişti. Yörenin çocuğu iki genç üniversiteli kurmuş; Okan ve Bülent…
Atladık gittik Trabzon’a… Ekiple buluştuk. Minibüse doluştuk. Ver elini Sümela Manastırı… Trabzon’a kadar gelmişken uğramamak olmaz. Halk arasında, ‘Meryem Ana’ denilen bu tarihi kiliseyi kaçırmayın. Doğa ve tarih iç içe…
Sonra Maçka’da bir güzel karnımızı doyurduk. Burada kuymak diyorlar, Rize yaylalarında mıhlama ya da muhlama… Ne derlerse desinler, farklı bir peynir, tereyağı ve ince mısır ununun bu karışımı çok özel bir lezzet. Karalahana dolması, fasulye turşusu kavurması da eşlik edince lezzet ikiye katlanıyor.
Fırtına Vadisi’nin hemen girişinde bir gece konakladıktan sonra, ilk durak Yusufeli. Son eksik tamamlama noktası. En önemlisi de tülbent. İki metrelik bir tülbent parçasının nelere kadir olduğunu denemeden anlamak zor. Tam bir güneş savar ve ter alıcı… Püfür püfür yürüyorsunuz.
Akşamüstü Hevek yaylasındayız… İsmail’in Yeri’nde nefis pideler. Çaylar içilirken, grup birbirini tanıyor. Rotayla ilgili de bilgi alıyoruz. İlk gün, Olgunlar ve Nazdak yaylalarını geçip yaklaşık 5 saatlik çiçekler, böcekler ve su sesleri arasında nefis bir yürüyüş. Dilberdüzü’ne varıp kamp atıyoruz. Sadece Kaçkar’larda 63 farklı endemik böcek türü var. Bitkilerin, rengârenk otların çeşidi belirsiz…
Bu arada, bin 800 metrelerden 2 bin 900’lere çıktık. Temmuz ayında olmamıza rağmen, dağda hava erken kararıyor. Şapkalar, polarlar, hatta çok üşüyenler için eldivenler sırt çantalarından çıkıyor. Çadırda da olsa uyku tulumu şart… Siz siz olun, tuvalet işinizi de çadıra girmeden halledin. Sonra, dişleriniz birbirine vura vura, titreye titreye çok daha zor…
Sabah 4:00 civarı tahin pekmezli sıkı bir kahvaltıdan sonra, yokuşa vuruyoruz. Ama ne yokuş! Adından belli… Ben ‘Katır zortlatan’ diyeyim artık siz anlayın. 45-50 dakikalık zorlu bir çıkış. Biz ilk denememizde çıkamadık. Kondisyon şart. Sonraki yıl içinde bol antreman yapıp tekrar geldik. O çıkışta bizim Deniz, Kaçkar’da zirve yapan en genç ‘dağcı’ oldu.
Zirve yolunda 3 bin 368 metrede dünyanın en derin ikinci gölü olan ‘Deniz Gölü’ sizi bekliyor. 3 bin 600 metredeki ‘Kapı’ ise karar noktası. Bu noktadan zirve görünüyor. Durumunuza göre, ya ‘tamam’ diyorsunuz ya ‘devam’… Çünkü yaklaşık 3 saat daha inişli çıkışlı zorlu bir yürüyüş var önümüzde… Yer yer kar ve buz geçişleri yapıyoruz. Artık bacaklar yetmiyor. Eller kollar da devreye giriyor. Her biri bizden büyük kayaların üzerinden ilerliyoruz. Tırmanış sanki hiç bitmeyecekmiş gibi… Ama bitiyor işte. Zirvede bizi kartallar karşılıyor. Yanımızda uçuyorlar.
Onları da yanımızda getirdiğimiz yiyeceklere ortak ediyoruz. Karadeniz’in en üst noktasındayız.
Sanki memleketin yarısı görünüyor gibi… Bir arkadaş, ‘Şurası Ağrı mı?’ diye soruyor. Tam karar veremiyoruz ama açık havada görünürmüş. Doyum olmaz, kelimelerle anlatılmaz nefis bir manzara… Şansınıza güneş varsa, bir saat kadar dinlenebilirsiniz zirvede.
Bazen de şansınıza dolu yağar tepenize. Ya da bir an önce aşağıya inmek isteyeceğiniz kadar sert bir rüzgâr karşılayabilir sizi… İniş deyip geçmeyin. İnerken, yerçekimiyle mücadele daha zor... Diz bağlarınız, topuklarınız, ayak bilekleriniz acımaya başlıyor. Ama zirve yapmış olmanın gururu ile pek de umursamıyorsunuz. Nasıl hâlâ enerjinizin kalmış olduğuna siz bile şaşıracaksınız!
Hele 12-13 saatlik zirve macerasından kampa dönüp, botları fırlatıp taze demlenmiş çayı yudumladınız mı…
Yaşadığınızı iliklerinize kadar hissettiren o duygu deniz kenarında, kumda oynarken bulabileceğiniz türden değil!
Ya sonrası? Sonrası yine bulutların üzerindeki yaylalar… Naletleme Geçidi… Palovit Şelalesi, Zil Kale… Kekremsi yayla ayranı eşliğinde yöre insanlarıyla tadına doyulmaz sohbetler… 150 yıllık bir yayla evinde şiir… Kavron’da horon, Ayder’de tulum… Ve bana göre tek başına anılmayı hak eden Laz böreği!
Saydım da, 2004’ten bu yana yedi kez zirve yapmışız Kaçkar’da…
Sekizincisi deseniz, yine giderim…
Gideceğim de…
Kartaca'da kültürün, Assos'ta huzurun, Eze'de asırların izinde Tunus'un kadim yüzünü keşfederken...
Didem Eryar Ünlü
Kartaca, Tunus’un günümüze ulaşan en eski kentlerinden. 1991 yılında UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınmış. Kartaca antik kentinin kalıntıları, Tunus kent merkezine yaklaşık 20 kilometre uzaklıkta. Antik kentte beni en fazla etkileyen, manzara ile pek de bağdaşmayan St. Louis Katedrali oldu diyebilirim. Katedral, 13. Haçlı Seferleri sırasında, bu noktada hayatını kaybeden Fransa kralı Louis için 1890 yılında inşa edilmiş. Katedralde yer alan Acropolium’da her yıl ekim ayında klasik müzik festivali düzenleniyor.
Romantik bir liman kenti
Assos dendiğinde benim aklıma gelen ilk kelime “huzur” oldu her zaman. Hem tarih hem otantik köy kültürü hem de masmavi denizin bir arada olduğu sessiz, romatik bir liman kenti benim için Assos. Hemen yakınlarında iki de arkadaşı var mutlaka görülmesi gereken: Adatepe ve Koyunevi Köyü. Sit alanı ilan edilen Adatepe’nin taş evleri ve meydandaki 400 yıllık çınar ağacı bence benzersiz bir güzellikte. Koyunevi köyü ise, köy evlerinin tüm doğallığını sunuyor yine masmavi denizin hemen kenarında...
Ortaçağ'a yolculuk: Eze
Ortaçağa geri dönmek istiyorsanız, en doğru adres Güney Fransa’nın Eze köyü olacaktır. Nice’e 25 dakika, Monaco’ya 18 dakika uzaklıkta olan Eze, 12. yüzyıla ait bir şatonun kalıntıları etrafına kurulmuş. Deniz seviyesinden 427 metre yükseklikte olduğu için, “kartal yuvası” olarak adlandırılıyor. Köyün en tepesine ulaşıp, muhteşem deniz manzarasını görebilmek için dar sokakların tümünden döne döne çıkmak gerekiyor. Daracık sokaklardaki Ortaçağ'dan kalma binalarda hâlâ insanların yaşamaya devam ediyor olduğunu görmek ise, beton yorgunu bir İstanbullu için “paha biçilmez.”
Masmavi Kuşadası, coşkulu Belgrad, doyulmaz Kıbrıs...
Selenay Yağcı
Tabiata yeniden hayran bırakıyor: Dilek Yarımadası
Seyahat etmek için son bir kez hakkım kalsa, hiç düşünmeden o hakkımı Dilek Yarımadası’na harcarım. Aydın’ın gözde tatil duraklarından Kuşadası’na yaklaşık on beş kilometre uzaklıkta olan Dilek Yarımadası, Türkiye’nin milli parklarından biri... Menteşe Dağları’nın Ege Denizi’ne kavuştuğu yarımada üzerinde bulunan Dilekyarımadası Milli Parkı, doğal güzelliğiyle kendine hayran bırakıyor. İstanbul’daki Belgrad Ormanları’na gidip denize girebildiğinizi hayal edin; burası tam da öyle bir yer. Yani bir ormanın içinde berrak denizlerin olduğu güzel sahiller barındıyor. Parkta dört farklı koy ve dört farklı plajı var ama siz kendi minik koylarınızı da keşfedebilirsiniz..
Aynı zamanda doğal bir hayvanat bahçesi olan bu yer, piknikçilerin çeşitli yaban hayvanlarını beslemesiyle de oldukça popüler oldu son yıllarda... Onlar da vahşiliğini unutmuş gibi. Yaban hayatın koruma alanlarının olduğu parkta bir kuş gözetleme kulesi de yer alıyor. Denize ve doğaya doymak isteyenlerin ilk tercihi olabilir Dilek Yarımadası...
Tesla, Karlofça ve limonlu dondurma...
Euro bu ara cep yakıyor. Öyleyse Avrupa’ya Balkanlar’dan bakalım. En güzel seçeneklerden biri Belgrad. Vizesiz seyahat edilebiliyor, damak tatlarımız yakın, kendi para birimini kullanıyor ve ucuz... Belgrad, bir yanıyla Osmanlı’yı hatırlatan, bir yanıyla Avrupa’dan izler taşıyan, ruhu olan bir kent. Mutlaka uğranması gereken duraklardan biri Nikola Tesla Müzesi. Orada ünlü dehanın deneylerini deneyimleyin. Ama bence Belgrad’a kadar gitmişken en çok Karlofça’yı görmeden ve orada gerçek limonlu dondurmayı yemeden dönmeyin. Belgrad’a 1 saat uzaklıkta olan bu minik ve şirin kasabanın adına herkes tarih derslerinden aşina. Osmanlı’nın ilk kez toprak kaybettiği Karlofça Anlaşması, burada bir çadırda yapılmış. Ardından bu noktaya bir şapel inşa edilmiş ve adı da ‘Barış Şapeli’ olmuş. Tarih dersinde anlatılanları gözümde canlandırmasıyla beni etkileyen yerlerden olan bu şapelin hikâyesine kulak verin.
Denizle iç içe bir tatil
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, “hem denize girmek hem kültürümü artırmak istiyorum” diyen gezginler için iyi bir seçenek. Sadece kimliğinizle girebiliyorsunuz ve Türk lirası geçiyor. Kültüre doymak istiyorsanız araba kiralamanızı öneririm ama trafiğin ters aktığını unutmayın! Deniz için Girne’de kalın. İhtişamlı Girne Kalesi’ne mutlaka uğrayın. Ancak en önemlisi Lefk oşa’da Arabahmet Mahallesi’ni adımlayın. Geleneksel mimarili güzel evlerle dolu tarihi mahalle kentin Rum kesimi sınırında bulunuyor.