Terk edilmiş konak canlanıyor!
“Karin Karakaşlı’nın Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan ‘Konaktakiler’ isimli eseri 27 bölümden oluşan bir anlatı. İlk bölümün başlığı ‘Konağın Sesi.’ ”
AYFER GÜRDAL ÜNAL
Bu ay tanıtacağım kitap Karin Karakaşlı’nın Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan “Konaktakiler” isimli eseri. Eser, 27 bölümden oluşan bir anlatı. İlk bölümün başlığı “Konağın Sesi”. Sadece bu özelliği ile bile 5. ve 6. sınıfların edebiyat derslerinde yer alabilecek değerde, çünkü farklı bakış açılarına çocuk edebiyatında çok sık rastlanmıyor.
Genelde eserler ben anlatıcılı ya da tanrısal anlatıcılı eserler olarak yazılıyor. Tarık Dursun K’nın “Kırmızı Otobüs” isimli anlatısı bir otobüsün gözünden yazılmıştı, İsmet Kür’ün köpeğin gözünden yazdığı “Mavi’nin Hikâyesini” de andıktan sonra bu kez konağın gözünden anlatılan bir eser görüyoruz. Bu edebi öğenin üzerinde uzun durmamın nedeni yaratıcı yazım çalışmalarına pencere açan bir özelliği var. Karakaşlı’nın sunduğu yetkin bir örneği okuduktan sonra dileyen öğretmen “odanızın dilinden bir olay”, “evinizin gözünden bir akşam yemeği” veya “okul servisinizin gözünden bir sabah” gibi değişik yazma alıştırmaları yaptırabilir.
Konağın anlattıklarından çıkardığımız konağın Seniha Hanım isimli ilk sahibi ölünce eve Ermeni bir aile taşınır; Vartuhi Hanım ve ailesi. Vartuhi Hanım, Konaktakiler isimli eserin kahramanlarından biri olan Gülperi’nin anneannesi Nigar Hanım’la arkadaş ve komşu olur. Nigar Hanım, Vartuhi Hanım’ı anımsadıkça hüzünlenir ve niye böyle dertlendiği her sorulduğunda da geçiştirir. Sonunda Gülperi, nimnim dediği anneannesini iyice sıkıştırır ve konağın yalnızlığının öyküsünü ağzından alabilir:
önemli paragraf
“Vartuhi Hanımlar Hıristiyan’dı kızım. Bazen kötü politikalar savaşa sürükler ülkeleri. Bir günden diğerine düşman edilir halklar. Sonra, ülke içinde yaşayan başka dinden, dilden vatandaşlar da bir bakarsın hain olarak gösterilir. Böyle gergin bir dönemi bahane edip bir gece eline sopa geçiren kalabalıklar, Müslüman olmayan vatandaşlara ait ev, dükkân, kilise her yere saldırmaya, buraları yağmalamaya başladı. Vartuhi’yi korumayı başardık, ama arkadaşım o bağrışları, küfürleri, hakaretleri, o dehşetli korkuyu hiç unutmadı."
Bu paragraf önemlidir. Önemi, Türk çocuk edebiyatında olabildiğince açık yürekli bir biçimde 6-7 Eylül olaylarına değinmesinden gelir. Daha önce Nur İçözü’nün bir öyküsünde çok dolaylı ve üstü kapalı değiniliyordu, ancak olayları bilen bir yetişkin anlam verebilirdi. Oysa bu anlatıda hedef yaş grubunun anlayacağı bir biçimde değinilmiş. Eleştirel bir tartışmaya izin veren bir üslûpla yapılmış. Politikaların hatalarına vurgu yapılmış, tarafl arı birbirine düşman edici bir özellik taşımıyor. Bilakis anlatının ilerlemesi ile din karşıtlığı bu kez bambaşka bir öyküde yerini göçmen karşıtlığına bırakacak, biz göçmenlik halini, göçmenlerin hislerini, göçmen olmayanların his ve tutumlarını izleyip düşüneceğiz ve düşüncelerimize, önyargılarımıza ayna tutacağız.
anlatının kurgusu üzerine
Şimdi anlatının kurgusundan kısaca söz etmenin zamanı geldi. Anlatının kahramanı Gülperi ve arkadaşları Çınar ile ağabeyi Poyraz bir çete oluşturmuşlar adını da “3 Kat Tat Çetesi” olarak belirlemişler. En sevdikleri de terk edilmiş konakta anneannenin bütün uyarılarına kulak tıkayarak oyun oynamak. Çınar biraz korkak bir çocuk ve okulda arkadaşlarının zorbalığına maruz kalıyor. Gülperi ise zorbalarla başa çıkabilmesi için taktikler geliştiriyor. Çınar ise Gülperi ve ağabeyinin yanında kendisini güvende hissediyor. “Kendi olmak, kendi kalmak güzel bir şey!” diye düşünüyor. Anlatı boyunca bu türden düşündürücü tümceler var. “Kadınlar bir kere karar verdi mi, kim engel olabilirdi ki istediklerini başarmalarına!” gibi, “En büyük tehlike bizim korkumuzdan küçüktür” ya da “Çok fazla kötülüğe şahit olmaktan bazen insan iyiyi de göremez oluyor” gibi. Düşündüren, derin tümceler bunlar.
üç kafadarların keşfi
Kurguya geri dönecek olursak üç kafadarlar gizlice konakta oyun oynarken binada kendilerinden başkaları olduğunu keşfederler. Tevfik Bey, Leyla ve Leyla’nın annesi Adeviye. Leyla ve annesi Suriye’deki savaştan kaçarak ülkemize sığınmışlar. Tevfik Bey ise eşini ve ardından oğlunu kaybedip acısından kendini sokaklara vurmuş bir karakter. Hasta, sürekli öksürüyor ama o halinde de anne ve kıza yardım için çırpınıyor. Leyla ve annesini yalnız, çaresiz sokaklarda görünce alıp bu metruk eve getirmiş barınsınlar diye.
Bu tablo karşısında bizim kafadarlar kolları sıvayıp yardım etme planları oluşturuyorlar. İşe ihtiyaç listesi ile başlıyorlar. Ancak ihtiyaç listesi ortaya çıktıkça bu meselenin kendi boylarını aştığını fark ediyorlar. Bu sefer kime güvenebileceklerini düşünmeye başlıyorlar. Fazla düşünmeleri gerekmiyor. O sırada televizyonda dünyayı sarsan Aylan bebeğin görüntüleri gösteriliyor. Çınar’ın annesi insan utandığından dem vuruyor. Yapacak bir şey yok mu diye vahlanıyor. Bunu fırsat bilen Çınar ile Poyraz tüm öyküyü kaçak göçmenleri, hasta Tevfik Bey’i annelerine anlatıyorlar. Bundan sonrası bir taraftan bir yardım organizasyon öyküsü olarak diğer taraftan göçmenlere karşı önyargılarla yüzleşme ve mücadele öyküsü olarak ilerliyor.
her evin bir ruhu...
Araya evin sesi giriyor ve terk edilmiş olmanın nasıl bir duygu olduğunu, her evin bir ruhu olduğunu, aslında evlerin ruhlarının hiç yok olmadığını diğer bir ifade ile ince duyarlılıkları dinliyoruz. Araya Tevfik Bey’in oğlunu nasıl yitirdiğinin öyküsü ile Leyla ve annesinin savaştan kaçış ve hayatta kalma savaşının öyküsü de giriyor.
Göçmenlere yardım için uğraşan insanların yanında onlara “uğursuz” diyen, insanları işlerinden ettiklerini düşünen, göçmenler yüzünden kiraların pahalılaştığına inanan, “pis Suriyeliler” diyen insanlar da anlatı içinde kendilerini gösteriyorlar. Vicdan ile bencillik karşı karşıya geliyor.
Küçük Leyla’nın gözünden bu önyargılara şöyle yanıt veriliyor:
“Madem dışarıdan geldin, madem her şeyini yitirmişsin, pissin demektir. Bu kadar saçma bir görüşü ciddiye alıp cevap veremezsin. Kendini savunmuş olursun. Niye savunayım kendimi? Savaşta babamı, evimi, okulumu yitirdiğim, dilini bilmediğim bir ülkeye gelmek zorunda kaldığım için mi? Bana bağıranlar, beni aşağılamaya çalışanlar, savaş ne göç ne hiç bilmemiş demek ki, diyorum. Bakıyorum sadece ve gülüyorum.”
Anlatı, belki de bir çocuk kitabı umutsuz bitemeyeceği için umutlu bir biçimde sonlanıyor. Terk edilmiş konak yıllar sonra canlandırılıp, umut konağı oluyor. Karakterlerimiz de kendi küçük mutluluklarını yaşıyorlar, hatta minik minik sevgi tomurcukları bile oluşuyor aralarında. Bu tomurcuklar da okuyana iyi geliyor.
aynı konuda başka kitaplar
Türk çocuk edebiyatı göçmen sorununa hızla ve duyarlılıkla tepki verdi. Daha önce “Juju” (Bilgi) ve “Kuş Olsam Evime Uçsam” (Tudem) romanlarını tanıtmıştım. Ayrıca Zehra Ünüvar’ın “Parolamız Çikolata” (Bilgi), Gülsevin Kıral’ın “Umut Sokağı Çocukları” (Günışığı Kitaplığı), Müge İplikçi’nin “Kömür Karası Çocuk” (Günışığı Kitaplığı), Ayşe Yamaç’ın “Kaçış” (Bu), Sarıgaga’dan çıkan “Tarık ve Beyaz Karga” kitaplarını mutlaka anmak gerek.
Karakaşlı’nın bu eseri önyargıları, önyargıların yarattığı çok vahim sonuçları dillendirmesi, göçmenlerin duyguları ile onlara ön yargı ile yaklaşanların savlarına yer vermesi, vicdanla ve dayanışma ile sorunların hafifl etilebileceğine dair verdiği umut, duyarlı yaklaşım ve yüksek edebi değeri ile göçmenlik durumunu işleyen eserlere çok değerli bir katkı.
Veda ederken Yeni Türkü’nün “Göç Yolları” şarkısı kalsın yüreklerinizde:
Söyleyin dağlara rüzgâra /
Yurdundan sürgün çocuklara/
Düşmesin kimse yılgınlığa /
Geçit vardır yarınlara /
Göç yolları / Göründü bize / Görünür elbet
Göç Yolları / Bir gün gelir / Döner tersine /
Dönülür elbet
En büyük silah umut etmek
Yadigâr kalsın size