refik durbaş: nâm-ı diğer "şair"
"Ama, o 60 yaşındaki ölüm duygusu hiç aklıma gelmiyor. ‘Ben, diyorum diyalizle de olsa 20 yıl daha yaşarım.' Ama İzmir'e gidemeyeceğim, teyzemi göremeyeceğim, yurtdışına gidemeyeceğim. Diyaliz merkezi olan yerlere gidebilirim, ama 3 günlüğüne gitsem 1 günüm orada geçecek."
FARUK ŞÜYÜN
(…) Sen gelmedin güz erken geldi / gölgem pencere önlerinden / ara sokaklarına düştü karasevdanın // Kalbim hüzün ve kedere... // Gelişini bekliyorum şimdi / gidişini özlediğim gibi... / Kara kuytusunda sevişmenin / şehvetiyle emziresin diye beni / kara urganıyla boğasın diye beni / kara karanlığında unutasın diye beni // Güz erken geldi sen gelmedin." Bu dizelerin yazarıyla artık sohbet edemeyeceğim… Onun anılar okyanusunda yol alamayacağız… Dünya Kitap'ın jürilerinde birlikte olamayacağız… Daima güvendiğim dostlarımdan birisi daha 74 yaşında aramızdan ayrıldı… Gittikçe yalnızlaşıyorum… Refik Durbaş'a ben ve birçoklarımız, kısaca "Şair" diyorduk. Unutulmaz "Çırak Aranıyor" ve "Çaylar Şirketten" şiirlerinin yaratıcısıydı. 65 yaşına girdiğinde kendisiyle bir söyleşi yapmıştım… Onu bu söyleşiden satırlarla, sonsuz sevgiyle anıyorum:
Son 9 ayda önemli hastalıklarla boğuştu. Geçtiğimiz Cumartesi sabahı, evlerinde, eşi Bilge'nin hazırladığı kahvaltıda buluştuk, özlem giderdik.
Sevgili Şair, yeni şiirlerini bekliyorum heyecanla. Yazıyor musun? Ne zaman kitaplaştırmayı düşünüyorsun?
"Yeni şiirler var kısa kısa. Bugün köşeme de koydum. Onları gazetede yayınlıyorum ‘İnadına Şiir' diye… Köşemin en çok okunan yeri de orası, çünkü onu okuyanlar, kendi şiirlerini de gönderiyorlar ‘biz de şiir yazıyoruz!' diye…"
Sen, defterlere yazarak çalışıyorsun biliyorum ve onları saklıyorsun. Bakma şansımız var mı?
"Sana 1960'ların başında yazdığım ilk şiirlerimi getireyim mi?"
Çok sevinirim, hatta örnekler okursan... (Refik Durbaş, çalışma odasına gidip bir tomar defterle geri dönüyor.)
"Çocuklar için yazdığım matrak şiirlerden birini okuyayım: ‘Arkadaş' adı. ‘Derenin kumu güneştir / bulut yağmura kardeştir / dağ dağa komşudur / bulut yoksa başında / dağ kimle konuşur / üç taş beş taş yedi taş / İzmir'de saat kulesi / İstanbul'da dikili taş / gökyüzünde yıldız çok / bu oyunda ebe yok / hadi olalım arkadaş.'"
Bilgisayar kullanıyorsun ama...
"Evet. Bilgisayarda yazıyordum, sonra orada kayboldular. Ben, aklımda kalanları yazdım, ama ne kadar yazsan da - belki aynısı olmuştur, çünkü ben ezberlemem - insanın aklı orada kalıyor. Askerde de 100 tane şiir yazdım ‘Siyah Bir Acıda' diye böyle bir deftere…"
Burada Bilge Durbaş söze karışıyor, "Evden taşınırken önce bunlar toplanıyor zaten."
Refik devam ediyor:
"Abuk sabuk şeyler, bak: ‘Astra, nikotin, bulvar / gökyüzü istasyonda kendini unutan kadınındır', ‘Sen benim mor karıncam / sesin çok içli bir şarkı / susayan dudaklarıma / nasıl gelip ıpıslak / göğüme demir atıyorsun.'"
Bunlar 1963'te yazılmış ve yayınlanmamış, biraz değiştirip bugün bastırabilirsin...
"Yok canım… Onları okumuyorum bile…"
Refik Durbaş, defterlerindeki şiirlerin altını da imzalamış...
"İmza atmışım. 19 yaşındayım o zaman… Soma… Soma'daymışım bak 63'te."
Ama bunlar şiir değil, gerçek şiirin, şairin farkını nasıl anlıyoruz?
"Her duyguyu anlatmak şiir değil ki. Bu masayı sen de yaparsın, ben de yaparım, marangoz da. Ben, bir ayağını kısa yaparım, yine masa olur da eksik olur. Şiirde de böyle. O duyguları kesip biçeceksin, bir forma sokacaksın. O masayı iyi yapınca sanat devreye giriyor. Yoksa herkes duygularını anlatır. Aziz Nesin'e göre dünyanın en güzel şiiri iki kelimelik bir Eskimo şiiri, ‘Ağlama, ölmeyeceğim'… Bunun içini doldurabilirsin, ‘eve gitmeyeceğim', ‘seni sevdim', ‘böyle bırakıp gitme'…"
Şair, 9 ayda 4 büyük hastalık yaşadın. Bedenine verdiği zararların ötesinde, ruhunda da etkiler yapmıştır bunlar. Biraz anlatabilir misin?
"Ben, 60 yaşında bir ruhsal bozukluk demeyeyim de, ‘artık benim ömrüm bitiyor, galiba yapmak istediğim şeyleri yetiştiremeyeceğim' diye bir sıkıntı yaşamaya başlamıştım. Kafamda 65 yaşında libretto yazmak, uzun bir şiir yazmak vardı, yapamayacağımı düşünmüştüm. O geçti. Diyordum ki ‘Ben hasta olmam, 80 yıl garantidir.'
Bir kanama oldu, sonra arka arkaya hepsi birden geldi, anlamadım ne olduğunu… Tam ‘divertiküler kanama' geçiyordu, kalp sorunu çıktı birden, kalp biraz düzeliyordu, yaralar maralar başladı. Hastaneye giderken havada döndüm, basın kartım ikiye ayrıldı, kolum kırıldı. Birine muhtaç duruma geldim. Banyo yapamıyorsun, tuvalete gidemiyorsun, yazamıyorsun. Kolun böyle askıda duruyor. Arkadan ülser çıktı, peşinden de bu böbrek sorunu… Diğerleri pek etkilemedi beni, ama böbrek çok etkiledi. Bundan sonra hayatımın yarısı diyaliz merkezinde geçecek. Haftanın 3 günü gideceksin 4'er saat orada kitap okuyacaksın başka yapacak bir şey yok, yazı da yazamazsın kolunda borular varken.
Ama, o 60 yaşındaki ölüm duygusu hiç aklıma gelmiyor. ‘Ben, diyorum diyalizle de olsa 20 yıl daha yaşarım.' Ama İzmir'e gidemeyeceğim, teyzemi göremeyeceğim, yurtdışına gidemeyeceğim. Diyaliz merkezi olan yerlere gidebilirim, ama 3 günlüğüne gitsem 1 günüm orada geçecek. Moralimi bozmuyorum, ama diyorum ki bundan sonra 20 sene ömrüm varsa 10 yılı artık yok. O 10 yılı defterden sil...
Eski solcuları sürgüne gönderirlerdi ya… Haftanın 2 günü gidip polise imza vereceksin derlerdi. Benim de şimdi nereye gitsem bir diyaliz merkezine gidip imza vermem gerekiyor. Ben, özgürlüğüme düşkün bir adamım, şairim, istediğimi yapmak isterim. Şimdi bu olduğu zaman, benim özgürlüğümü kısıtlamış oluyor. Ben artık kendi başıma bir adam değilim. Antalya'ya gittiğim zaman ‘Bugün Kale'ye gidip tek başıma dolaşayım' diyemem. Mutlaka önce bir diyaliz merkezine gitmem lâzım. Anlatabildim mi?"
Şair, güzel bir şeylerle bitirelim...
"Sana iki dize: ‘Tramvaya binelim / bu şiirden gidelim.' İsteyen şehirden de gidebilir…"