Necatigil arşivinin kuytularından

ASIRLIK ÇINAR / Ayşe SARISAYIN

YAYINLAMA
GÜNCELLEME


Babamın 1937 yazında, yirmi bir yaşındayken Almancasını geliştirmek için üç aylığına Almanya'ya gittiğini biliyordum, ancak bazı bilgilere ölümünden çok sonra, onun hayatına ilişkin Çok Şey Yarım Hâlâ adlı kitabı hazırlarken araştırdığım pek çok kaynağın yanı sıra yakınlarına yazdığı mektuplar yoluyla ulaşmıştım. Edebiyat Fakültesi'ndeki öğrenciliği sırasında Alman Filolojisi'ndeki bazı derslere konuk öğrenci olarak katıldığını, bir Alman öğrenci değişim programının bursuyla Berlin'e gönderildiğini, Galata rıhtımından kalkan bir gemiyle önce Köstence'ye, ardından trenle önce Bükreş'e, sonra Berlin'e gittiğini ve kaldığı öğrenci yurdunda, kısıtlı bir parayla zor günler geçirdiğini ancak o zaman öğrenmiştim.

Bu dönemi hiç konuşmamış olmamıza hayıfl anıp durmuş ve şöyle yazmıştım o sıralar: "Sorsaydık anlatır mıydı ya da neler anlatırdı? Ama savaş öncesi Almanya anılarını, izlenimlerini öğrenmek şu anda benim için bu kadar önemliyken, bunu o yıllarda hiç merak etmemiş olduğuma ne kadar üzülüyorum!" 

Bu satırları yazmamdan on beş yıl sonra, annemin ölümünün ardından tümüyle boşalttığımız evde, Necatigil arşivinin kuytularında bulduğumuz onlarca yayınlanmamış mektup, 1937 yazının detaylarına ışık tutmaya devam ediyor. Ortaokuldan itibaren arkadaşı olan, kimi zaman Talât diye de hitap ettiği kadim dostu Tahir Alangu'ya yaklaşık yetmiş yıl önce yazdığı bir mektuptaki bazı satırlar, Knut Hamsun'un Açlık romanının Necatigil'in yaşamındaki karşılığı ve bu kitabı çevirme nedenlerinden biri belki de. 

Orijinali eski yazı olan bu mektup daha önce de ortaya çıkmış olmalı ki, M. Ali Tanyeri tarafından Türkçeleştirilmiş. 

Mektupların bir sanatçıyı tanımak, dünyasına yaklaşmak açısından önemli olduğu inancıyla, bu mektubun bazı bölümlerini Necatigil'in 100. doğum yılında edebiyatseverlerle buluşturmak istedik.


Tahir Alangu'ya bir mektup: Hakiki açlığı son günlerde tattım

                                                          20 Eylül 1937
Kardeşim Talât, 

Tekirdağı'na 25.8.937 tarihinde bir mektup (içinde iki kart ve bir arma) göndermiştim. Yahu bunu aldın mı almadın mı? Aldınsa cevabın hani? Almadınsa neden? Gel de kızma birader. (...) Yahu neden böyle yapıyorsun, garip bir diyardayım. Yemen ellerinde Veysel Karani neyse burada da ben. Bir diyarda garibim. Vatandan gelen mektuplara muhtacım. (...) "Bel bağladığım tepelerden / Gün doğmayabilir bir daha" demiş şair. Yoksa bana da "Bel bağladığım tepelerden / Gün doğmuyor mu bir daha" dedirtmek mi istiyorsun. Yahu neden böyle yapıyorsun. 

Son günlerde acı saatler geçirdim. Hakiki açlığı asıl son günlerde tattım. Günün birinde âni bu derecede müthiş bir açığın bulunduğunu görüverdim. Evden de görünürde hiçbir haber yoktu. Müthiş mahrumiyetlere katlandım. Elde mevcut cüzi parayı mümkün mertebe uzun bir zaman idare ettirebilmek için tasarrufta azami mertebeyi aramaya başladım. Akşam yemeklerini feda lazımdı. (...) Ve bekliyordum, her sabah yedide uyanıyor ve kapıma yaklaşacak ayak seslerini bekliyordum. Birisi kapıya vuracak ve bir mektup uzatıverecek diye. Ayak sesleri yaklaşıyor ve bitişiğimdekinde dilsizleşiyordu. Bir kapı açılıp kapanmasını duyuyordum ve ümit hâlâ beni terk etmiyordu. Yanlış girmiş olmasın, çıkıp gelemez mi? Ve çıkıp gelmiyordu. Bir sabah tam yediye doğru –uyanmadan az önce olduğunu kuvvetle zannediyorum- bir rüya gördüm. Dar, çamurlu bir yolda, çuval çuval dökülmüş pirinçleri çiğneyerek yürüyordum ve derhal kendi lehime yoruyordum: Nimetlere gark olacaksın. Ve gark olamıyordum nimetlere. Açlığa gark oluyordum. Vakit vakit çekmeceyi açıyor, korkuyla daha demin daha biraz önce baktığım bakıyyeye bakıyordum Ve Hamsun'un Açlık'ını hatırlıyordum. Ona yaklaştığım için gurur, ondan ayrıldığım için hüzün duyuyordum. Marmelat kutusunda gittikçe azalan marmeladın tekrar yerine konulamayacağını düşünmek korkunçtu. (...) Ve korktuğuma uğradım. Bir sabah, büyük bir ruh sarsıntısı içinde sol kulağım ardındaki eski ve kapanmış bir veremin iltihap peyda etmiş olduğunu gördüm. Fakat bende büyük bir korku uyandırdı. İyi olmasının uzun aylara mütevakkıf olduğunu öteden beri elde ettiğim tecrübelerle biliyor ve Türkiye'nin nimetlerini terk ettiğime içerliyordum. Gittikçe derinleşen bir kuyu ağzı gibi düşüncelerin ka'rına dalmıştım ki kapı vuruldu. Oydu. Yalnız küçük bir zarardan sonra. Ba'de harabü'l-Basra. 

(...) Yalnızsın evde değil mi yalnızsın. Ama alışkınsındır o hayata. Bari yemek pişirebiliyor musun? Ben burada çamaşırlarımı kendim yıkıyorum. Ama kadına çaktırmamaya çalışarak korkular içinde. Çitileye çitileye ova ova, soğuğa rağmen uzun kollu fanila giyemiyorum yıkaması güç olur diye. Ne yaparsın. Mecburiyet. Kurutması da zahmetli bir iş. Geceleri oda ortasına, iskemlelerin üzerine seriyorum. Sabahla birlikte dolaptaki çivilere asıp anahtarı çeviriyor ve cebe atıyorum. Ezeli zaafımız, eki belli etmemek!* (...) Ellerinden sıkarım birader.

                                                                                                                        Behçet

* "Eki belli etmemek" sözü, 1954 yılında yazdığı "Gelen Kim" adlı şiirde, şu dizelerde yer alır: Düşmanım mı geldi, güler yüzüm maske / Ekini belli etme / Biraz garip belki.