Mario Levi ile "bu oyunda gitmek vardı" üzerine hayat felsefesi

"Galiba en büyük savaş birey olma savaşı. Bir yerden sonrainsanlar rahatı, konforu seçiyorlar, ama bireylikleriniyaşayamıyorlar."

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

"Bu Oyunda Gitmek Vardı"yı, diğer kitaplarından farklı bir haz alarak, keyif duyarak yazdığını hissettim. Ve bu keyfi de hiçbir kaygı duymadan yaşadığınca okurlara yansıtmaya çalıştığını gördüm. Böyle başlayalım mı? 

"Bu, çok yerinde bir tespit. Her zaman yaptığım bir şey var, bunu öğrencilerime de anlatıyorum. Şöyle bir yazma yöntemim var benim: Bir romanı yazmaya başladığımda hikâyeyi önceden zihnimde baştan sona yazarım..."

Zaten sen bana bu kitabın hikâyesini bir söyleşimizde anlatmıştın, ama hikâye epeyce değişmiş, anlattığınla kahramanı dışında neredeyse ilgisi yok. 

"Yok, doğru. Söylediğim gibi hikâyeyi önceden bilirim ve öyle yazmaya başlarım. Belli bir hedefim vardır, ulaşmak istediğim belli bir yer vardır. Şimdi burada da Neval öndeydi tabii." 

Bir kadının hikâyesini yazmak istiyorum demiştin. 

"Haklısın. Neval öndeydi, aşağı yukarı başına gelecekleri biliyordum. Hatta, hikâyenin nasıl son bulacağını da biliyordum, ama onun yaşadıklarına tanık olabilecek birine ihtiyacım vardı; onu da, Saffet'i de o süreçte buldum ve yola çıktım." 

Fakat sonra… 

"Yine yazma yöntemim, kendimi duygularımın akışına bırakırım hep. Yani sürprizlere açık kapı bırakırım. Burada da öyle oldu ve birden fark ettim ki ben bu hikâyeyi yazmaktan büyük bir keyif alıyorum. Sürprizlere açık kapı bırakınca, yazma sürecince beklemediğin şeyler olabiliyor, bu kitapta gerçekten de oldu. Ben, Neval'in başına gelecekleri biliyordum, ama kendi başıma gelecekleri bilmiyormuşum, öyle diyeyim. Ondan sonra birdenbire bu iş, benim yıllarca emek verdiğim bu yazma sürecini okurla paylaşma çabasına da döndü, biraz da onu yansıtmak istedim; yani ben yazarken neler hissediyorum, neler çekiyorum icabında biraz da bu süreci okurla paylaşmak istedim." 

Yaratıcılık dersleri veriyorsun, atölyede örneğin 10 öğrenciye ulaşırken bu kitapla, binlerce okurunla bu dersleri paylaşmış oldun, diyebiliriz belki de… 

"Bunun farkında değildim açıkçası, ama editörüm Selahattin Özpalabıyıklar da aynen senin yorumunu yaptı: 'Sanki yazı atölyelerini buraya yansıtmışsın gibi geldi bana' dedi. Gerçekten böyle bir amacım yoktu, ama bu yorumlar yapıldıktan sonra fark ettim ki böyle olmuş. Bunu, ben yeni anlıyorum. Ama kesinlikle ders vermek gibi bir kaygım yoktu. Sadece süreci paylaşmak, yazmanın zaman zaman ne kadar çileli, zaman zaman da ne kadar eğlenceli olduğunu paylaşmak istedim, amacım oydu. Ve galiba yıllar geçtikçe birazcık rahatlıyor insan. Bu, benim artık 11. romanım. İlk yazmaya başladığınızda ister hikâye kitabı olsun, ister roman hep tabiri caizse bir kendini gösterme, kendini kanıtlama çabası içine giriyor yazar. İster istemez, bundan kaçamıyor, şimdi benim böyle bir kaygım yok. " 

En az endişeli kitabın diyebiliriz... 

"Evet, çok yerinde bir tespit, yani artık rahatım. Bu işin biraz da hüzünleriyle birlikte keyfini yaşmak istedim. Çünkü, ben açıkçası hüznün kendisinden de keyif alıyorum, dolayısıyla biraz onu da paylaşmak istedim." 

Hüzün deyince, metinde Edip Cansever'in "Umutsuzlar Parkı"nı çok hissettim… 

"Ne kadar güzel. Çok çok mutlu oldum." 

Sanki kitabın bitişi de biraz öyle. Oradaki o hüzün, o duygu… Edip Cansever çok sevdiğim bir şair. O şiirin tadını hissettim.

"Evet. Ben de çok severim, sağol. Ne oluyor biliyor musun? Bir yazar nasıl yetişir? Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki bunun çok önemli iki kaynağı var: Birincisi hayatın kendisi, yaşadıkların ve yaşadıklarının sendeki yansımaları; ikincisi okuduğun kitaplar. Ben, bugüne kadar çok kitap okudum, hâlâ da okuyorum ve şöyle diyebilirim: Okuma eyleminin yazma eylemi kadar önemli olduğuna inanan yazarlardanım. Şimdi böyle olunca ne oluyor, ister istemez geçmişten taşıdıkların tıpkı hayattan taşıdıkların gibi. Yani şöyle diyeyim bir aşk yaşarsın, o aşkın sende yansımaları vardır. Birebir olmasa bile onun izlerini taşırsın içinde ve onları yansıtırsın eserine. Okuma eyleminde de öyle… İster istemez o sende kalan izleri içinden geçirerek, deneyimlerinden geçirerek bir başkasına yansıtıyorsun. Sen, Umutsuzlar Parkı'nı gördün, bir başkası da belki bir başka şairin izlerini görecek. Bir başkası belki bir başka hikâyecinin, romancının izlerini. Bunlar beni çok mutlu eder, onore eder hatta. Bunlar benim ustalarım, sevdiğim yazarlar…" 

Peki öyleyse başka bir ustadan, Kavafis'ten söz edelim, Kent şiirinden. "Nereye gidersen git bu kent bırakmayacaktır peşini"ydi anımsadığım kadarıyla o ünlü dizesi. Senin kitabında da gitmek var. Gitmek duygusunu Kavafis'le bağlantılı konuşabilir miyiz? 

"Tabii ki. Burada zaten böyle bir duygu var. Bir yere gideceksin, ama oraya geçmişte bıraktığın yılların, hayatın, insanların, toprağın izlerini taşıyarak gideceksin. Benim burada anlatmaya çalıştığım gitmek bu. Herkes bir şekilde bir yerlerden gitmek ister. Bu, hayatımızın belirli dönemlerinde hep vardır. Üstelik bu gitmenin bireysel bağlamda da bir anlamı var. Meselâ diyelim ki delikanlılık dönemlerimizde, yeniyetmelik dönemlerimizde annelerimiz babalarımızla aynı evde yaşıyoruz gitmek, yeni hayat kurmak istiyorum duygusunu taşımışızdır zaman zaman. Ama ne yaparsak yapalım biz, gittiğimiz her yere kendimizi de götürüyoruz. Bundan kaçamıyoruz, zaten kaçmamız da gerekmiyor. Farklı topraklarda, farklı zamanlarda, farklı insanlar olmaya çalışıyoruz, ama sadece çalışıyoruz. Dolayısıyla ben meselâ gitmek cesaret ister, ama bazı durumlarda kalmak da cesaret ister, buna da çok inanırım. Kalmak, direnmektir biraz..." 

Tabii genelde kaybetmekle sonuçlanır. 

"Evet, ama ne var biliyor musun? Gitmek, bu tema aslında çok eski. Düşün ki İ. Ö. 8. yüzyıl Odysseia'da bir yerlere gidiliyor. Bizim edebiyatımıza bakarsan meselâ Hüsn-ü Aşk'a, onda da aşk, kimyayı bulmak yani hakikati bulmak için kalp diyarına gider. Ama neticede aradığı kendisidir aslında, değişen bir şey yoktur. Biz hep kendimizi ararız gittiğimiz yerlerde. 

Bir başka eserde de Voltaire bütün dünyayı gezdirir Candid'e, başından bir sürü şey geçer. Ve neticede Ege'de bir köyde biter. Bir dervişle karşılaşır ve 'önemli olan bizim kendi bahçemize bakmamız' der. Yani aslında gitmeleri ben hep kendini aramalarla özdeşleştiririm. Daha iyi hayatlar için gidiliyor, bazen ülkeler terk ediliyor, daha iyi bir umuda gidiliyor. Bugün için çok güncel olan bir olay değil mi? Mülteciler…" 

Enrico Macias şarkısını bile yazdı: Ülkemi terk ettim ülkemin güneşini kaybettim. Neyse, seninle bu kitapla ilgili çok söyleşi yapıldı, ben daha farklı şeyler sormak, yine edebiyatla devam etmek istiyorum. Yakup Kadri'nin "Kiralık Konak"ında Hakkı Celis'in önünde, bir paravanın arkasında soyunan Seniha, "Şimdi sizin karşınızda soyunuyorum, belki çıplak vücudumu göreceksiniz, ama asıl olan insanların ruhunu soymaktır; ruhlar her zaman örtülü kalmalılar" der anımsadığım kadarıyla. Senin kitabında da buna benzer yaklaşımlar var, biraz bunları konuşsak… 

"Yazmanın kendisi de bir çeşit soyunma çabası. Bu çıplaklığından utanmama. Ama bu nereye kadar mümkün? Bu her şeyden önce hakikiliği, sahiciliği ve samimiliği gerektiriyor, bunu ne kadar başarabiliyoruz?! Kiralık Konak'taki Seniha örneği çok denk düştü, çok yerinde. Biz, en yakınlarımızla bile belirli bir yere kadar samimi oluyoruz da ama bir şeyleri acaba bir yerlerimizde saklıyor muyuz? Bu romanın adına da geliyoruz bazen birçok ilişkimizde acaba diyorum biz oynuyor muyuz?! Birçok ilişkimizde bazı oyunları tercih ediyor muyuz?! 

Buradaki oyun kavramını biraz açmak istiyorum. Bir maske takmak, yalan söylemek, sahtelik o anlamda konuşmuyorum. Ama kendimize zaman zaman birtakım roller biçiyoruz. Ve bu rolleri bazı oyunlarda hayalimizde kurduğumuz veya görmek istediğimiz ya da yaşamak istediğimiz bazı oyunlarda yaşanır kılmak istiyoruz. İşte bu nedenle meselâ bazı ilişkiler, bazı aşk ilişkileri yürümüyor. Çünkü biz kendimize göre bir oyun hayal etmişiz orada, ve oyun içinde olmak istiyoruz, orada bizim bir rolümüz var; partnerimizin de öyle bir rolde olmasını tahayyül etmişiz, beklemişiz… Olmuyor. Meselâ birçok ilişkide şunu yaşamaz mıyız aradan bir süre geçer, yürümemeye başlar ilişki karşınızdaki insan der ki 'Sen böyle değildin, ben seni böyle tanımamıştım.' Ben böyleydim, ben değişmedim, ben zaten buyum; sadece sen görmeye başladın bazı şeyleri." 

Görmek istediğin gibi gördün beni... 

"Görmek istediğin gibi gördün, oyundan kastım bu. Birçok ilişki öyle gidiyor, birçok ilişkiyi öyle götürüyoruz veya götüremiyoruz. Sonuna kadar götüremediğimiz birçok oyun da oldu. Bu anlamda oynadığımız oyunların da kendi gerçeğimiz olduğunu düşüyorum. Şimdi burada ne oluyor, Neval başlangıçta gizemli bir kadını oynamaya çalıştı, çünkü bu aslında içindeki acıyı duyurmanın bir parçasıydı, başka türlü yapamayacaktı bunu. Sonra anladık ki hiç gizemlilikle alâkası yok aslında Neval'in. Neval, epey acı çeken bir kadın. Ama bunu yapmak zorundaydı. 

Romanı okumamış olanlara bir kopya vermeyelim, ama hatırlayalım birdenbire çok acayip cinselliği yaşamayı seven, yasak bir aşkı tüm cesaretiyle yaşamış bir kadın olarak tanıtıyor kendisini bize Neval. Sonra gerçeğin öyle olmadığını görüyoruz. Hatta bambaşka bir yerde olduğunu görüyoruz. Böyle bir oyunu oynadığı için Neval'i tanıyan hiç kimsenin onu suçlayabileceğini düşünmüyorum. Çünkü, bu, böyle olmalıydı böyle yaşanmalıydı. Neden böyle yaptın, diyemez hiç kimse Neval'e. Sadece ve sadece Neval'in yolu buydu. Burada galiba en az oyun oynayan Saffet." 

Adı gibi... 

"Aynen. Zaten bilerek o adı verdim kendisini olayların akışına bırakmış biri. Bu da onun oyunu galiba. Biraz ben Saff et'i tam olarak olmasa bile hafiften uzaktan uzağa Camus'un Yabancı'sına benzetirim, yani öyle gidiyor işte… Nasıl olursa olsun olaylar şeklinde." 

Peki Hülya'nın gitmesi... 

"Hülya, galiba benim en çok kızdığım kahraman. Onu elimden geldiğince haklı çıkarmaya çalıştım, ama aslında için için de ona kızdım. Çünkü, bir türlü sevgilisi olduğu için gittiğini söyleyemedi. Ve hep bir hesap içinde oldu. Ama sadece kızmakla kaldım. Çünkü, böyle insanlar var, dolayısıyla insandır, yapar. 

Ama artık ben, her yapılanın mutlaka bir sebebi olduğuna inanıyorum ve bunun da bir şekilde anlaşılması gerektiğine inanıyorum. Biraz geçmişe dönersek Hülya'nın en çok korktuğu şeylerden biri de kaybetmek. Ve özellikle ekonomik açıdan kaybetmek. Üniversite yıllarında en nefret ettiği şey fakirlik. Bu yüzden de Marksizm'e karşı, çünkü onun aklı sıra onun kafasında fakirlik edebiyatı Marksizm. Öyle olduğu anlamına gelmese de o öyle görüyor. Neden, çok varlıklı bir aileyken düşmüşler, bunu bir daha asla yaşamak istemiyor. Bu, onda fobi haline geliyor. Aslında birçok insan da öyle yaşıyor. Kris Kristofferson bir şarkısında 'hürriyet her şeyi kaybetmiş olmanın ya da hiçbir şeye sahip olmamanın bir başka adıdır.' diyor." 

Sonuçta bu ilişkiler insanın birey olma vasfını yavaş yavaş kaybettiriyor. Bunu sürdürseniz belki sonunda intihara kadar götürebilecek, o da cesaret işi ya. Böyle birey olduğunuzu hissedemezseniz ne anlamı var zaten varolmanın?! 

"Tabii ama yine de şunu söyleyeyim galiba en büyük savaş birey olma savaşı. Bir yerden sonra insanlar rahatı, konforu seçiyorlar, ama bireyliklerini yaşayamıyorlar. Yaşamak istedikleri gibi yaşamıyorlar; daha da kötüsünü söyleyeyim böyle bir talepleri yok, onun daha da kötüsü bunun farkında değiller." 

Peki, gitmek için ihtimal kaç olmalı, ihtimal kaç olursa insan gitmeyi göze alabilir. Böyle bir rakamın var mı? 

"Bazen bir ihtimal yetebilir". 

Yüzde bir ihtimal bile yetebilir diyorsun... Zaten, belki de ancak o zaman bir roman kahramanı olabilirsin. 

"Olabilir, olabilir doğru. Çünkü gitmek, aynı zamanda başarısızlığı da taşır içinde. Başarıp başaramayabilirsin. Ama yine de ben birey olma savaşında mutlaka gitmek olduğuna inanıyorum." 

Her zaman bir yerlerde daha iyi bir hayat ihtimali var, diyorsun... 

"Buna gerçekten inanıyorum. İki yıl sonra 60 yaşında olacağım. Tâbiri caizse 60'ına merdiven dayamak gibi bir psikolojinin içindeyim. Ve hâlâ da inanıyorum ki bugün yaşadığımdan da daha iyi hayat ihtimali var her zaman, yeter ki bu arayıştan vazgeçmeyelim. Yani aramak bana çok önemliymiş gibi geliyor veya aramayı istemek. 

Beni en çok üzen, zaman zaman öfk elendiren, zaman zaman kıran, zaman zaman isyan etmeme sebep olan, az önceki söylediğim durum. Birçok insanın bireyliğini yaşama ihtiyacını duymaması ve duyması gerektiğinin farkında bile olmaması. Ama diyeceksin insanlar öyle yaşayıp gidiyorlar, bu sadece bu ülkeye özgü bir durum değil, bütün dünyada böyle bir psikoloji, en azından benim gezdiğim gördüğüm ülkelerde buna benzer bir psikoloji olduğuna inanıyorum. Sadece bazı ortamlarda, bazı kültürlerde bu biraz daha mümkün oluyor, bazı yerlerde hiç yok. Bizimkinden çok daha kötü şartlarda yaşayan insanlar var. Bunu düşünemeyecek durumda olanlar var. 12 yaşında evlenen, 13 yaşında anne olan bir kızdan ne bekliyorsun, ne bekleyebilirsin." 

Göze alacak neyi var ki... 

"Neyi var ki, ne yapabilir?! Çok zor, çok çok vahim durumlar var o açıdan bakarsan."