işte nedim gürsel'in italya'sı

Gürsel, Doğan Kitap'tan çıkan yeni çalışması "Bana İtalya'yı Anlat"ta çok bilinen şehirlerinden kuş uçmaz kervan geçmez bölgelerine "Çizme"yi edebiyatı, sanatı, mutfağı ile kaleme aldı.

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

kitabını dünya kitap'a anlattı

Hayatımın bir döneminde yolum çok sık düştü İtalya'ya. "Çizme"nin neredeyse her yerini görme imkânım oldu. Yalnızca Roma, Floransa, Napoli, Torino gibi kentlere değil, Basilicata, Lucera gibi ülkenin deyim yerindeyse "kuş uçmaz kervan geçmez" bölgelerine de gittim. Sanat tarihi profesörü Kâmil Uzman'ın Fâtih'in portresini yapan ressam Gentile Bellini'nin izini sorduğu "Resimli Dünya" adlı romanımı büyük ölçüde Venedik'te yazdım.

Umbria'da geçirdiğim o unutulmaz yaz boyunca Rönesans resmi üzerine araştırmalar yaparken Assisi'de ve Padova'da Giotto'nun renkleri ve biçimleriyle de sarmaş dolaştım. Faşizmin sürgüne gönderdiği yazar Carlo Levi'nin izini sürmem içinse, kadim dostum Mehmet Yaşin'le birlikte Mattera'nın yoksul köylerine kadar uzanmam gerekti. Adriyatik ve Sicilya kıyılarında da az dolaşmadım. Palamarları çözmüş sarhoş bir gemi gibi değil, hayır. İtalya'yı bir Türk yazarın gözüyle görmeye çalıştım. 

Ama ilginç insanlarla, yazar ve sanatçılarla, bana Roma'nın kapılarını açan o alev saçlı genç kadınla da tanıştım. "Bana İtalya'yı Anlat"ta bu yolculukların izdüşümlerini bulacaksınız. Ama televizyon ekranlarından aşina olduğumuz bir deyimle söylemem gerekirse "çok daha fazlası"nı da bulacaksınız. İyi okumalar! Sanat, edebiyat ve aşkla dolu güneşli İtalya günleri sizlerin olsun.

TADIMLIK

Hep güzel şeyler anımsıyorum bu ülkeyle ilgili. Kalabalık, maltataşı döşeli sokaklar ve yediğim pizzaların hazmını kolaylaştıran, dumanı tüten espresso'lar. Sonra, uzun yürüyüşlerden, artık kiliselerin duvarlarında değil belleğimde uçuşan fresklerin renk cümbüşünden sonra, kapalı kepenklerin ardında yatılan öğle uykuları. Hepsi geldi geçti işte, bir avuç kül kaldı geride. Günbatımlarının anısı kaldı, müzeleri bir an önce görmek için erken kalkılan sabahların telaşı.

italya deyince 

İtalya deyince güneşli, güzel günler geliyor aklıma, nedense Roma'da bir akşamüstü yakalandığım fırtınayı unutmuşum. Yağmurdan kaçmak için sığındığım Piazza Navona'nın yakınındaki o küçük kilisede gördüğüm Caravaggio'nun "Loreto Madonnası"nı unutmadım ama. Venedik'te tanıştığım Bellini'leri, Carpaccio'nun, Tintoretto'nun, Tiepolo'nun yapıtlarını unutmadığım gibi. Elini kana bulayan ressam Caravaggio'nun öyküsünü yazdım sonradan, izini Malta'da, Napoli'de, can çekiştiği Porto Ercole'de sürdüm. Baba Jacopo ile iki oğlu Gentile ve Giovanni'nin öykülerini de Resimli Dünya'ya kattım. Kattım da ne oldu? Venedik'te yaşadığım puslu günlerden, arşınladığım dar ve karanlık sokaklardan, geçtiğim köprülerden bulanık bir tortu kaldı geriye, o kadar. Büyük Kanal'ın dibine çöken, çöktükçe yoğunlaşan, belleğim kadar bulanık bir tortu. 

O günleri anımsamak neye yarar şimdi? Correr'de çalışırken masamda yanan ışığı, Zattere Rıhtımı'nda günbatımlarını, arılar gibi vızıldayan vaporetto'larla odamın rutubetli duvarlarında yankılanan şarkıları. Kanaldan bir gondol geçtiğini anlardım, yatağımdan kalkıp bakmaya üşenerek. O yatak, Venedik'te uyuduğum uykular hep eski bir rüyanın derinliğine çekti beni, yalnızdım. Ama bir roman yazıyordum, şimdiki gibi bölük pörçük, çoğu not defterimin sayfalarında unutulmaya mahkûm yolculuk izlenimlerimi değil. (…) 

İtalya'da Cesare Pavese ile Carlo Levi'nin peşine takıldığım da oldu, mutsuz yazarı bir otel odasında hayatına son vermeden önce yalnızken hayal ettiğim Piemonte günleri, geceleri de. Po Irmağı boyunca yağmur altında yürüyüşler, güneyde, kuş uçmaz kervan geçmez Basilicata bölgesinin terk edilmiş köyleri ve Carlo Levi'nin sürgün dönüşü uğramadan edemediği Matera'daki o serin lokanta. (…) 

İtalya deyince Napoli'nin gürültülü sokaklarıyla diz boyu yoksulluğunu da anımsıyorum. Ve Santa Lucia'da yaşadıklarımı. Yaşadıklarımızı. Vezüv'ün Sorrento'daki otelimin balkonundan görünüşünü.

2-573.jpg

İyi ki yazdım sonradan o öyküyü, iyi ki, o şarkıdaki gibi Sorrento'ya bir daha dönmedim. Yoksa o ağustosu, Edip Cansever'in deyimiyle "kirli ağustosu", o denizi, bütün o sıcak ve aydınlık günleri, kalbimdeki kiri aklayıp paklayan dostlukları böyle içimde taşımaz, kendimi Sorrento yolculuğunun anısına bu kadar kolay, böylesine nostaljiyle bırakamazdım. 

Bu ülkede sanki hiç kötü günüm olmadı, acı çekmedim, Cenova'da kederden, ayrılıktan öleyazan ben değildim. Gece yarısı otobüslerinde kenti, kentleri bir uçtan bir uca kat eden de. Ne arıyordum peki, kimin peşindeydim? Hangi yalnızlıktan, hangi çileden, çilelerden kurtulmak istiyordum? (…) Şimdi "Çizme"nin haritasını canlandırıyorum belleğimde ve Yahya Kemal'in İstanbul için söylediği gibi, "Gitmediğim, görmediğim, sevmediğim" bir yer gelmiyor aklıma. Belki Gaeta. Ama sahi, oraya da gitmiştim bir zamanlar. 

Gitmiş ve bütün gemileri yaktığımı sanmıştım. Formia İstasyonu'nda Roma trenini beklerken. İtalya'nın o ücra, sıcak, kuş uçmaz kervan geçmez köşesinde benden başka kim bekleyebilirdi treni? Gemileri yakmıştım evet, önümdeyse yol kıvrılıp gidiyordu sarp yamaçlar arasından. Ardımda, sanki çok eskidendi, aşklar ve ölümler bırakmıştım, hayat kısalmıştı önümde. Kısalıp bir kurşunkalem boyu kalmıştı. O kalemle yazıyorum işte, tükendiğinde bitecek. Kalem değil, hayatım. 

Hep güzel şeyler anımsıyorum bu ülkeyle ilgili. Kalabalık, maltataşı döşeli sokaklar ve yediğim pizzaların hazmını kolaylaştıran, dumanı tüten espresso'lar. Sonra, uzun yürüyüşlerden, artık kiliselerin duvarlarında değil belleğimde uçuşan fresklerin renk cümbüşünden sonra, kapalı kepenklerin ardında yatılan öğle uykuları. Çoğu kez yalnız ama bazen beyaz tenli, o alev saçlı kadınla birlikte aynanın, aynaların içinde uyunan uykular. Hepsi geldi geçti işte, bir avuç kül kaldı geride. Günbatımlarının anısı kaldı, müzeleri bir an önce görmek için erken kalkılan sabahların telaşı. (…)

                                                                                                                                2015

On iki bölümden oluşuyor roman. Her bölümün girişinde kalamar dolmasının, pazardan damağa adım adım hazırlanışını izliyoruz. Dolayısıyla, roman bittiğinde, yemek de kotarılmış, davetlilerden önce okurun beğenisine sunulmak üzere sofraya konulmuş oluyor.

bologna'da bir öğle vakti

(…) Çağdaş edebiyatta yeme içme kültürünün, Don Kişot gibi pikaresk romanlar ya da eposlardaki kadar önemli yer tutmadığını, yalnızca günlük yaşamın bir öğesi olarak metne yansıdığını –o da bir izlek değil, çoğu kez sıradan bir edim biçiminde– biliyordum, ne var ki bu genel durumun istisnaları olabileceğini, Maryline Desbiolles'ün bir romanını burada, Bologna'da okuyuncaya kadar, doğrusu hiç düşünmemiştim. 

Maryline Desbiolles, Fransa'da önemli ödüller almış bir kadın yazar. Adını bilmeme, hatta kendisiyle Nice'te bir yazarlar toplantısında tanışmama karşın hiçbir kitabını okumamıştım. Bu yazı için mutfak-edebiyat ilişkisini ele alan romanları araştırırken La Seiche (Kalamar) adlı romanını yanımda getirdim. Beylik deyimle "bir solukta" okuduğumu söyleyemem, çünkü Desbiolles uzun cümleler kuran, içerikten çok anlatıma, üsluba önem veren, giderek kendi dil dünyasını yaratan bir yazar. Dolayısıyla romanının akışını, akşam yemeğine davetli konuklar için hazırlanan kalamar dolmasının hazırlanma ve pişirilme süreci yönlendirebiliyor. Evet, başka konu, kalamar dolması ve anlatıcı kadının dışında başka kahraman yok. Gelişen, karmaşıklaşan, sonra da çözülen bir entrika, bir ilişkiler ağı da yok. Bu açıdan La Seiche (Kalamar), konusu yemek olan, hatta yemekten başka hiçbir şey olmayan tek edebiyat yapıtı belki de. Kahramanımız pazardan aldığı beyaz etli, gösterişli, büyükçe kalamarı yıkayıp, temizleyip ayıkladıktan sonra, dolma yapmak üzere hazırlamaya başlıyor. Kısık ateşte pişirip sofraya koyduğunda da roman bitiyor. Bu arada anlatıcının çağrışımlarla ördüğü metne, çocukluk ve genç kızlık anılarına, yemek için kullanılan malzemenin tüm ayrıntılarıyla karıştığı da oluyor. Önce teker teker, sonra hep birlikte, belleğin süzgecinden anı parçalarını gerekli malzemeyle birlikte geçirircesine. Diyeceğim yemeğin hazırlanma-pişirilme süreci, malzemenin çoğu yerde bir metafor olarak ustaca kullanıldığı bir yaşam dilimiyle birlikte sunuluyor okura. İlk bakışta sıradan ve sıkıcı gibi görünse de, içi doldurulan kalamarın gerçekte günlük yaşamın bir metaforu olduğunu fark ediyoruz. Geçmiş de, şimdiki zamanın boşluğu da, içi doldurulması gereken süreçler olarak çıkıyor karşımıza. İlkin yazarın bu yöntemini yadırgadığımı, hatta mutfak konusuyla fazla ilgilenmediğim için, daha doğrusu yemeğe, hazırlık değil tüketim aşamasında ilgi duyduğum için, evet, Maryline Desbiolles'ün ayrıntılı bir yemek tarifi gibi kurduğu metne ısınamadığımı itiraf etmeliyim. Ama roman, okudukça, kendi dünyasına çekti beni; mutfak süreciyle yaşam süreci arasında, birbirine paralel yürüyen bu iki anlatı çizgisinin giderek karmaşık bir örgüye dönüşmesinden sonra, metnin akışına kapıldım ve neredeyse anlatı boyunca pişen kalamar dolmasının tadına varırcasına dilin tadına vardım. Zaten Desbiolles de, "kuşdili"nden söz ettiği bölümde, yemeğe kattığı bu çeşniyi gerçekte okura sunulan bir dil şöleni biçiminde anlatıyor. (…)

Nedim Gürsel, yazdığı eserlerin genelinde olduğu gibi İtalya'yı anlatırken de görmesini bilen gözler ile genelin görmediği, görmek istemediği "öteki"ye "ötekinin zenginliği"ne dikkat çekiyor. Bizi gezdirirken düşündürüyor.

"öteki"nin zenginliği 

ZEYNEP YALÇIN 

Hemen hemen herkesin yaşantıları, anıları, okudukları, gezdiği yerler ve bunlardan edindiği izlenimleri vardır. Fakat sıradan insanın yaşantısı ile ilgili anlatıları pek kimsenin ilgisini çekmez, hevesle dinlenmez, iştah açıcı da değildir. Nedim Gürsel ise bize İtalya'yı anlatırken sözcük ve cümlelerden oluşmuş sıkıcı ve iştah kapatıcı bir dil kullanmamış. Tersine İtalya izlenimlerinin içine kalemi ile, maviliklerin üzerine şiirleri, mekânların içine resimleri, sokakların arasına kitapları da katarak lezzetli bir anlatı gerçekleştirmiş. İşte sürpriz de burada karşımıza çıkıyor. Çünkü ilk defa Nedim Gürsel'in mutfağa girişine bu eserinde tanık oluyoruz. Bir de kendisine otosansür uyguladığına! 

Yazarımızın karşımıza çıkardığı mekânlar ise yine kendine özgü. Gezi rehberleri gibi klasik şehirlerin klasik yerleri ile sınırlandırmıyor bizi. Bazen Vezüv'ün eşsiz manzarasında beş yıldızlı bir otelde, bazen gösterişli bir şatoda ya da küçük şirin bir Sicilya köyünde, bazen de Basilicata bölgesinde "bir taş denizine demirlemiş geminin güvertesinde" hünerli eller tarafından hazırlanmış ziyafet sofralarına oturuyoruz. Ama en güzeli bu ziyafetlere eşlik eden, renk veren, olmazsa olmaz misafirler. Hem Türk, hem dünya sanat edebiyatının ünlü kişiliklerinden bazıları masamıza uğrayıp bir selam verirken, bazıları oturup bizimle uzun sohbetler ediyor. Bu sohbetlere de Napoliten müziğin notaları eşliğinde tarihin, coğrafyanın ve sanatın uyumlu dansı eşlik ediyor. Bize ise bir taraftan söylenenleri dinleyip bir taraftan dansı seyrederken mest olmak düşüyor. 

Nedim Gürsel, yazdığı eserlerin genelinde olduğu gibi İtalya'yı anlatırken de görmesini bilen gözler ile genelin görmediği, görmek istemediği "öteki"ye "ötekinin zenginliği"ne dikkat çekiyor. Bizi gezdirirken düşündürüyor. Onunla film seyredip eleştirisini yapabilir, beraber La Pieta'nın karşısına geçip ülkesi için hissettiği acıyı duyabilir, sohbet ederek Taormina sokaklarında dolaşabilirsiniz. İtalya'nın hangi kentinin soylu ve ağırbaşlı, hangi kentinin ne eril ne de dişil olduğunun cevaplarını aldıktan sonra Roma'nın taşı ve suyunun yüzlerce yıllık suskunluğunun dile gelmesini izleyebilirsiniz. Çünkü yazar gittim, gezdim, gördüm tarzı ile nazire yapmıyor, bize İtalya'yı yaşatıyor. Kitabı kapattığınızda bulunduğunuz yere ve mekâna adapte olmanız biraz zaman alabilir bu nedenle. 

Kısacası diyeceğim şu ki bulunduğunuz ortamdan uzaklaşmak, bir yerlere gitmek, farklı tatlar tatmak istiyor, fakat içinde bulunduğunuz şartlar buna izin vermiyorsa, Nedim Gürsel'e "Bana İtalya'yı anlat" demeniz yeterli.