Hayallerin peşine düşünce…
Gülşah Elikbank'ın "Yalancılar ve Sevgililer"inin rehberliğinde Transilvanya'ya yaptığımız yolculuk, hayallerin ne kadar vazgeçilmez bir gereksinim olduğunu bir kez daha gösterdi bizlere.
FARUK ŞÜYÜN
Gittiğim kentlerde geçen kitapları okumak alışkanlığım, kütüphanemde hatırı sayılır bir birikime yol açtı onca yolculuğun sonunda. Bir kısmını gitmeden, bazılarını dönünce okudum. Elimde kitap, sokak sokak, mekân mekân dolaştığım, detektiflik yaptığım da oldu. Türkiye'yi de dünyayı da o eserlerin sayfalarına saklı görüntülerle hayal etmeye çalıştım.
Prontotour'un yeni projesi "Yazarlarla Kitap Turları" haberi gelince benim bireysel pratiğimi edebiyatseverlerin de deneyimleyeceği düşüncesi doğrusu beni çok sevindirdi. 2017'de Ayşe Kulin, Yekta Kopan, Tuna Kiremitçi gibi isimlerle sürecek yolculukların ilki, Gülşah Elikbank'ın "Yalancılar ve Sevgililer" romanının izinde Transilvanya'ya gerçekleştirilecekti. Çavuşesku Sarayı, Peleş Şatosu, Drakula Şatosu gibi mekânlar, Elikbank ile birlikte dolaşılacak, teşbihte hata olmaz, kitabın havası koklanacaktı.
Birkaç gün sonra Prontotour'un davetlisi olarak katılıp katılmayacağım sorulunca "tabii ki" dedim ve 10 Eylül Cumartesi günü "roman detektifl eri!" olarak bir grup gazeteci, Romanya'ya, daha doğrusu Transilvanya'ya doğru yola çıktık.
Yolculuğun şehir, mekân ve gastronomi öykülerini geçtiğimiz haftalarda Dünya Ehlikeyf'te yazdım:
http://www.dunya.com/ehlikeyf/ cavusesku-sarayindan-drakulasatosuna- romanya-haberi-330872
http://www.dunya.com/ehlikeyf/ bir-romanin-pesinde-actik-romanyayelpazesini- haberi-329931
Gelelim edebi hikâyesine…
"Belki babasız geçen yıllarımdan, belki de içimdeki tuhafl ıktan, hiçbir zaman bir yere veya bir kişiye ait hissetmedim kendimi. Oysa Transilvanya'nın tekinsiz sokaklarını gezerken ve Drakula'nın meşhur şatosunun merdivenlerini tırmanırken hiç yabancılık çekmedim. İnsan yarası yarasına denk düşeni sever, demişti şair. Vlad Tepeş'in, nâm-ı diğer Drakula'nın o anlaşılmamış, yaralı, kanayan çocukluğu mu dokunmuştu kalbime? Onca zalimliğin, dökülen kanın ardında, akıtılmış sahici bir gözyaşı saklı olamaz mıydı? Anlatılanlar kimin doğrusuydu? İşte bu sorunun ardından yazmaya başladım; Yalancılar ve Sevgililer romanımı.
Oysa insan aradığı yanıtları değilse de; yeni soruları bulabiliyor böyle sorgulamalarda. Ama sorular değerlidir. Çünkü o yeni soruların peşine takılan başka hayalperestler her zaman olacaktır. Yolculuklar ne kadar uzağa yapılırsa yapılsın, aslında insanın kendi kalbindeki çıkmaz sokakta son bulur. Benim kalbimin çıkmaz sokağı, çocukluğumdu. Drakula'nın ve Fatih Sultan Mehmet'in de öyle. 6 yıl aynı sarayda büyümüş, aynı eğitimi almış, yalnız, sevgisiz çocuklardı. Belki de çocukluğun o el değmemiş masumiyeti içinde, birbirlerinin ruhunun her yönünü görmüş, tanımış ve sevmişlerdi. Ama büyümek bir büyü bozumudur. Onlar için de öyle olmuştu. Kardeş olmak, kan bağıyla mı sınırlıydı peki? Birinin kalbindeki en büyük zehri ya da hayali bilmek bizi onun karşısında farklı kılmaz mıydı?"
Böyle anlatmıştı Gülşah Elikbank bu romana "kalkışma" serüveninin nasıl başladığını. Biz de bu ipuçları belleğimizde kitaptaki gibi Braşov'a hareket etmiştik.
"Sebebini henüz bilmiyordum fakat soluduğumuz havaya, gördüğümüz dağlara kendimi oldukça yakın hissediyordum ve bu çekime karşı koymam imkânsızdı. Zaten bunu istemiyordum."
Braşov yolunda Elikbank'ın kitabındaki bu duygulara katılmamak mümkün değildi.
Şehrin kalbinin attığı meydanda, kitapta serüvenin başladığı Kara Kilise'nin önünde okuduğu sayfanın, bizleri kitabın havasına sokmaması için ise hiçbir neden yoktu:
"Burayla ilgili birçok efsane anlatılıyor. 1689'daki bir yangında büyük hasar görmüş. Kimileri Vlad Tepeş'in bu kiliseye bir kere geldiğini, Tanrı ile tanışmak istediğini anlatırlar. Kimileri de bu bina yapılırken, bir Çingene çocuğun bir usta tarafından öldürüldüğünü ve çocuğun ölüsünün de bu taşların içine, binanın inşaatına saklandığını anlatır."
Kara Kilise'nin soğuk, gri taşlarla kaplı duvarlarının uğursuzluğundan kaçarcasına hemen yanıbaşındaki cıvıl cıvıl meydana yürüyecektik…
Sinaia'daki Peleş Şatosu'nu ise savarina adında bölgeye has bir tatlının eşliğinde dinleyecektik Elikbank'tan. Altta yumuşak bir kek, üzerinde bolca krem şanti ve aralarında yine ıslak kek. Masallardaki gibi pastadan mı yapıldığını düşündürten şatoya doğrusu çok iyi eşlik edecekti.
"Üstelik daha seni Sinaia'daki Peleş Kalesi'ne götürmedim." diyordu romanın kahramanlarından Kadir "Oraya da bayılırdın. Romanya'nın eski kraliyet ailesinin yaşadığı yerdi bir zamanlar. Kral I. Carol oraları görür görmez manzarasına vurulmuş ve kraliyet ailesi orayı kendine ayırmış. Şimdi harika bir müzeye dönüştü."
Biz, Peleş'teydik ve orayı gezebildiğimiz için, belki de Maya'dan daha şanslıydık!
Bükreş'te Parlamento Binası ya da halk arasındaki adıyla Çavuşesku Sarayı'nı gezerken de rehberimiz Gülşah'ın kitabı olmuştu:
"Aslında başlarda izlediği bağımsız dış politika ve dünyaya kafa tutan asi davranışlarıyla ülkesinde sevilen, takip edilen bir liderdi. Sanırım durumun gözüktüğü gibi olmadığının ilk fark edilişi 1980'li yıllarda oldu. Bükreş'in birçok yeri, kilise ve tarihi binalar bile Çavuşesku'nun beğenisine uygun hale getirilmek için yıkıldı ve yerine çiftçilerin yaşayacağı gri ve sevimsiz binalar dikildi. Şehrin ruhu yok oldu. İşte tam da o yıllarda, Pentagon'dan sonra dünyanın ikinci en büyük yönetim binası olan Parlamento Binası'nın inşası başladı. Halk sefalet içindeyken Çavuşesku kendisi için devasa bir saray yaptırıyordu."
Bran'daki meşhur Drakula Şatosu'nu da kitaptan takip edecektik:
"Başımı yukarı kaldırıp bakınca, en tepede, heybetli bakışıyla tüm şehri süzer gibi yükselen bir kale gördüm. Kıvrımlı, taşlık bir patikaya geldik. Yerler hafif nemli olduğu için kaygandı. Sanırım sabaha karşı çiy düşmüştü. Yokuş yukarı beş dakikalık bir yürüyüşün ardından, nefes nefese kalenin giriş kapısına ulaştık. İçim ürperdi. Vlad Tepeş'in bir an bile olsa elinin değdiği bir yerdeydik. Etraf kalabalıktı, dünyanın dört bir yanından turist kaleyi görmeye ve Drakula'yı hissetmeye gelmişti.
(…)
Bahçe kısmında büyük, tuhaf bir terazi göze çarpıyordu hemen. O kadar büyüktü ki, kaleye yemek için alınan hayvanları tarttıklarını düşündüm ama Kadir tahminimi anında çürüttü.
‘Bu bir günah terazisi. Genç kadınları bir tarafa, terazinin bir kefesine oturtuyorlardı. Günahlarının ağırlığını ölçüyorlardı. Çok ağır çekerse, bir günahkâr olduğuna yani bir cadı olduğuna karar verip onu yakıyorlardı.'"
Kazıklı Voyvoda'dan Çavuşesku'ya ve de günümüze iyi / kötü, gerçek / yalan gibi evrensel kavramların, inançlar gibi değerlerin sorgulandığı "Yalancılar ve Sevgililer"in rehberliğinde yaptığımız yolculuk, hayallerin ne kadar vazgeçilmez bir gereksinim olduğunu bir kez daha gösterdi bizlere. Yaşamak için önce hayal etmeliydik ki onları gerçekleştirilebilelim. Kimilerini gerçekleştiremiyorsak da üzülmeye değmezdi, çünkü romanlar vardı ve satır aralarında milyonlarca hayal bizleri bekliyordu…