"En iyiler" ocak sayımızda

"Yılın En İyileri" iki etaplı bir seçimle belli oluyor. Shortlist'e (kısaliste) kalan 10 kitap belirlendi. "En İyiler" ise 2019 Ocak sayımızda açıklanacak...

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

"Yılın En İyileri" iki etaplı bir seçimle belli oluyor. 12 farklı yayınevinden yıl içinde "Ayın Kitabı" olarak seçilen 11 telif, 15 çeviri toplam 26 kitabı değerlendiren seçici kurul üyeleri, shortlist'e (kısaliste) kalan 10 kitabı belirledi... Kısaliste'yi, kitaplardan tadımlık bölümlerle yayınlıyoruz. Bu listedeki kitaplar arasından seçilen "En İyiler" ise 2019 Ocak sayımızda açıklanacak...

"yılın en iyi telif kitabı" kısaliste*

*Telif kısaliste, yazar adına göre alfabetik yazılmıştır…

ayşe sarısayın'dan "denize yazıldı"

Deniz'e Notlar

Martin'in vedası, bu hikâyenin başladığı güne götürüyor beni. 16 Eylül 2012 Pazar gününe, bir motora doluşup Bostancı'dan Heybeliada'ya gidişimize - bir hikâye henüz bitmişken, zamansız sona ermesinin acısıyla yürekler kavrulurken.

Elif, Maltepe'den kalkan başka bir motordaydı. Nazlı, Yiğit ve Hüseyin'le birlikte son defa gidiyordu adaya. Tabutta bu kez.

Herkes sessiz, herkes çaresizdi. İki yıldır göz ardı etmeye, ertelemeye çalıştığımız son gelmişti; kimsenin kimseyi teselli edebilecek tek bir sözü yoktu artık.

Serhat'la yan yana oturuyorduk. Konuşmadan, birbirimizin yüzüne bakmadan, hayır, bakamadan!

"Elif'i yazar mısın?" diye sordu birdenbire.

Sessizlik daha da yoğunlaştı sanki.

"Nasıl?" diye sordum duyulur duyulmaz bir sesle.

"Deniz çok küçük, annesini hatırlamayacak büyüdüğünde. Deniz için Elif'i yazar mısın?"

"Tabii," dedim, bir an olsun beklemeden bu kez. "Elimden ne gelirse..."

Sustuk, adaya ulaşana dek denize, dalgaların beyaz köpüklerine bakmaya devam ettik.

buket uzuner'den "hava / uyumsuz defne kaman'ın maceraları"

(…) "Kayseri'yi hep merak etmişimdir," dedi, Defne Kaman. Şimdi sesinde şakacı bir ton vardı.

Üzerinde pijamasıyla, karşısında hiç tanımadığı takım elbiseli iki adama gece yarısı neden Kayseri'de olduğunu açıklamak zorunda bırakılması hakikaten saçmaydı. Fakat bazı zamanlarda saçma olağanlaşır, olağan saçmalaşır. Zaman öyle bir zamandı.

"Çocukken buraya dedemle bir kez gelmiştim ama anımsadıklarım pek net değil. Çocukluk işte, bilirsiniz."

Adamlar hiç kımıldamadan dümdüz ona bakıyorlardı. Defne içinde bulunduğu tuhaf durumun nedenini anlayabilmek için zaman kazanmak istedi ve uzatmaya başladı:

"Kayseri, sadece eşsiz mantı ve pastırmasıyla anılmaktan daha ötesini hak etmiyor mu? Sinan gibi dünya çapında bir mimarın, taa Orta Çağ'da yoksul hastaları müzik ve suyla iyileştirmeyi vasiyet eden Selçuklu prensesi Gevher Nesibe'nin şehri Kayseri. Adında kocaman bir Kayzer gizli olan Kayseri. Sonra, elbette biliyorsunuzdur, Selçuklu Devleti'nin başkentlerinden biridir. Bizlerden çok önce burada yaşamış önemli birçok farklı kültürün, bize değerli gelenekleri miras bıraktığı bir yurt."

jale parla'dan "orhan pamuk'ta yazıyla kefaret"

Hemen bütün romanların sonu bir romanın yazılışıyla, bir sanatçının bakışıyla, doğrudan yazar Orhan Pamuk'un olaylara dahil oluşuyla biter.

Hepsi romanın yazılacağını haber verirler. Biz de o son sayfaya geldiğimizde romanın yazılmış olduğunu zaten biliriz. Postmodern bir anlıklaştırma oyunudur bu. Bu sonların postmodern oyunlar olmaktan öte işlevselliği de vardır. Pamuk'un en belirgin temalarından biri, belki de en önemlisi, kefarettir. Bu sonlarla Pamuk, yazıyla ödenecek kefarete olan inancını bildirir.

Ödenecek kefaret çok Pamuk'un edebi dünyasında. Cumhuriyet'in bazı politikalarının kefareti, darbelerin ve sıkıyönetimlerin kefareti, dinci kutuplaşmanın kefareti, sınıfsallığın kefareti, kentleşmenin kefareti, modernleşmenin ve batılılaşmanın kefareti, sanatı ihmalin, kültürel cehaletin kefareti, sanatsal bilgiye saygısızlığın kefareti, kişisel fırsatçılıkların ve iktidar savaşlarının kefareti. Bu kadar başlık altında ödenecek bu kadar kefaret varsa, bu kadar başlık altında işlenmiş bir o kadar da suç var demektir. Bu suçların hepsini Pamuk romanlarında ya açıkça söyler, ya da ima eder. Bu suçları cezalandırmak kolay ama kefaretini ödemek zordur. Tekrar ve tekrar ödenecek bir kefaretin tek aracı yazı olur.

kâmuran şipal'den "dua çiçeği"

Bölük pörçük uyumalar, tedirgin bir gece. Gözlerini açtı birden.

Gece görülen korkulu, korkusuz düşlerin ağırlığı vardı üzerinde.

Yaz başı. Güneş pencereden vurmuş, odayı ısıtmıştı. Gözlerini yeniden kapayıp, biraz daha uyumaya çalıştıysa da olmadı.

Aşağıdan, evin önündeki yoldan çocuk sesleri geliyordu. Geliyor, gidiyor, sonra yine geliyordu. Ah, çocuk. Çocuklar. Marşlar, şarkılar, türküler, arada patlatılan mantar tabancaları.

Betül'ün bebekleri gibi el bebek, gül bebek çocuklar.

Fadime'nin çocuk sevgisi. Anımsadı birden. Kurban bayramının ikinci günüydü. Bugün kesinlikle gidip görecekti Fadime'yi. İstemeden kendisini kırdığı için özür dileyecek, gönlünü alacaktı.

Acele giyinip odadan çıktı. Çocuk sesleri, bir çığ gibi, büyüdü balkonda. Evin önünden bayram için özellikle süslenmiş atlı arabalar içinde, üzerlerinde rengârenk giysilerle irili ufaklı oğlanlar, saçlarında sevecen anne ellerinin bin bir özenle tutturduğu, havalanıp havalanıp inen, kendi hallerine bırakılsa hiç durmayıp, ışıl ışıl mavi gökyüzüne doğru uçup gidecek kurdelelerle, ayaklarında akşam yatarlarken yastık altına saklanıp, gece aynı yatağın paylaşıldığı kopçalı, atkılı gıcır gıcır iskarpinlerle kızlar.

mehmet eroğlu'ndan "kıyıdan uzakta"

Kış

Evin önündeki taşlıktayım, gökyüzündeki kuru süngerleri andıran kabarık, yağmur taşımayan bulutları seyrediyorum. Şubattayız ama seyrettiklerim kışın kasvetli bulutları değil, ilkbaharın neşeli bulutları. Arada sığ kumlukları yeşile, derin suları maviye boyanmış, sabahki hırçınlığından vazgeçmiş Ege'ye bakıyor, baktıkça da şaşırıyorum: Homeros nasıl olmuş da şimdi benim seyrettiğim bu denizin rengini şarabın rengine benzetmiş?

On kilometre kuzeydeki Kömür Burnu'nun batısında olsam, şaşaalı gün batımında suya gömülen güneşin o kızıl mızrakları belki beni de yaşlı ozan gibi kandırırdı. Ama tehditkâr bir işaret parmağı gibi Sappho'nun Adası'na doğru uzanan yarımadanın bu tarafında, yıldız ya da poyraz esip, dalgaların tepesini kırmadıkça, denizin rengi gözlerin gibi maviye yakın Selim...

Geriye dönersem arkamda birbirine omuz vermiş, etekleri yeşil, tepeleri ak kireçtaşı dağların gizemli bir gökyüzü kentinin dik, geçitvermez duvarları gibi yükseldiğini göreceğim.

beril eyüboğlu'nun çevirdiği "portreler"

(…) Tarladan ağır ağır çıkıp patikadan inmeye başladılar. Her akşam Delphine önden gider, Hirondelle en arkadan. Diğerlerinin çoğu da sırada hep aynı yerdedir. Bu düzen bir şekilde sabırlarıyla uyumludur.

Topal olan yürüsün diye kıçından ittim ve her akşam olduğu gibi atletimin altından omzuma kadar çıkan muazzam sıcaklığını hissettim. Allez, Tulipe, dedim ona, elimi bir masanın köşesi gibi sipsivri çıkıntı yapan sağrısında tutarak, hadi Tulipe.

Çamurda adımları neredeyse hiç ses çıkarmıyordu. İnekler çok dikkatli adım atar; podyumun ucuna geldiğinde yüksek topuklu ayakkabıları üzerinde dönen mankenler gibi yerleştirirler ayaklarını. Bir ineği ip cambazlığı yapmak üzere eğitmek gibi bir fikre kapıldığım bile olmuştur. Mesela bir nehrin üzerinden!

Akan derenin sesi daima akşam yürüyüşümüze eşlik ederdi, onun sesi kesilmeye başladığında da inekler, ahırın yanındaki yalağa, dişsiz bir ağızdan çıkan tükürük gibi dökülen suyun sesini duyarlardı ve orada susuzluklarını giderirlerdi. Bir inek iki dakikada yaklaşık otuz litre su içebilir.

ışılar kür'ün çevirdiği "askerin dönüşü"

(…) Fırçayı elinden alıp yüzümü pencereye döndüm, alnımı cama dayadım ve dalgın dalgın manzaraya baktım. Siz bu manzaranın güzelliğini büyük ihtimalle bilirsiniz; çünkü Chris evlendikten sonra Baldry Court'u yeniden yapılandırdığında, bir sanatçının asi gözünden ziyade, bir manikürcünün bilgiç göz kırpışma sahip iki mimara teslim etmişti burayı; onlar da bu sevgili mekânı resimli basına pek çok görsel malzeme verecek
şekilde yoğurmuşlardı. Ev Harrowweald'ın zirvesine oturmuştu ve göz, pencerelerden aşağı, batıya doğru kaydığında, uzaklaştıkça mavileşen parlak tepelerin altında kilometrelerce uzanan parıl parıl ıslak zümrüt meraları ve daha yakında ise, göz kamaştıran çimenler ile karanlığı neredeyse elle tutulur hale getirmiş olan Lübnan sedir ağacının dallarını görürdü. En tepedeki çamların mora çalan kahverengi dallarının korkutucu kasveti, uzaklardaki tepenin ucundaki göletin kenarından ormanlara kadar göz önüne serilirdi. O gün bu manzaranın güzelliği bana kötücül geliyordu, çünkü yaşadığım dönemin çoğu İngiliz kadını gibi, bir askerin dönüşünü bekliyordum.

nilay kaya'nın çevirdiği "yalancı ipek kız"

(…) İçlerinde pırıltı zerresi bulunmayan Therese'den ve bürodaki bütün kızlardan çok ama çok farklıyım ben. Üstelik annemle babam şiveli konuşarak beni utandırırlarken ben şivesiz konuşuyorum, ki bu çok önemli bir şey, beni bir adım öne taşıyor.

Her şeyi yazıya dökmem iyi olacak, sonuçta sıra dışı bir insanım ben. Günlük tutar gibi yazmayacağım ama - on sekiz yaşında ve formunda bir kız için komik kaçar bu. Film gibi yazmak istiyorum, çünkü hayatım böyle, daha da neler olacak kim bilir? Colleen Moore'a benziyorum ben tip olarak, saçlarına perma yaptırmış, burnunu da yukarı kaldırıp daha güzelleştirmiş haline ama.

Sonradan yazdıklarımı okuduğumda her şey bir film gibi görünsün - kendimi beyazperdede görüyorum. Şu an, nam salmış omuzlarımdan askıları kaymış geceliğimle odamda oturuyorum ve bakıyorum da her şeyim birinci sınıf - sadece sol bacağım sağ bacağımdan biraz daha kalın, o kadar. Ama çok az. Hava çok soğuk, olsun, gecelikle oturmak daha güzel - değilse mantomu giyerdim.

regaip minareci'nin çevirdiği "yedi yıl"

(…) Trafik o saatte yoğunluğunu kaybetmiş olsa da kentten çıkmamız epey uzun sürdü. Antje susuyordu. Ona doğru baktım, gözlerinin kapalı olduğunu gördüm. Tam uyuduğunu düşündüğüm sırada, o yıllarda sana bir iyilik yaptım mı diye arada sırada kendime sormuşumdur, dedi. Ne gibi? Hangi konuda? Sonja kararsızdı, dedi Antje. Bir süre konuşmadık.

Sonra, Sonja birbirinize uygun olduğunuzdan emin değildi, dedi. Benim ona layık olup olmadığımdan mı, diye sordum. Sende bir potansiyel vardı, dedi Antje; bence bu sözcüğü vaktiyle Sonja da kullanmıştı. Öteki... Rüdiger, dedim. Evet, Rüdiger eğlenceli biriydi ama çok uyuşuktu. Biri daha vardı. Antje düşünmeye başladı. Hani sonra şu müzisyen kadınla evlenen. Ferdi mi, diye sordum. Galiba, dedi Antje.

Sonja'nın Ferdi'ye ilgi gösterebileceğini düşünemiyordum. Ama uzun sürmemişti, dedi Antje.

Ama yine de aralarında bir şey geçmişti, öyle mi? Trafik lambalarında durduk ve Antje'nin yüzüne baktım. Mahcup bir ifadeyle gülümsedi. Eğer kastettiğin buysa, Sonja'nın onunla yattığını sanmıyorum. Sonja hiç anlatmamış mıydı bu konuyu sana?

süleyman doğru'nun çevirdiği "ayak izlerinde adımlar"

AĞLAMA TALİMATLARI

Nedenleri bir kenara bırakarak ağlamanın doğru biçimine odaklanalım ve bu sözden ne ortalığı velveleye veren ne de paralel ve sarsak benzerliğiyle tebessümü inciten bir hıçkırığı anlayalım. Ortalama ya da sıradan ağlama yüzün genel kasılmasının yanı sıra gözyaşlarının ve sümüğün eşlik ettiği spazmodik bir sese dayanır. Gözyaşları ve sümük en son ortaya çıkar, zira insan enerjik sesler çıkarmaya başladığı anda ağlama sona erer.
Ağlamak için hayal gücünüzü kendinize doğru yöneltin; şayet dış dünyaya inanma alışkanlığından ötürü bu mümkün olmuyorsa, üzeri karıncalarla kaplı bir ördeği ya da Macellan Boğazı'ndaki kimsenin hiçbir zaman girmediği şu koyları düşünün.
Ağlama gelince, iki elinizi ayalar içeriye dönük bir biçimde kullanarak yüzünüzü kederli bir şekilde kapatacaksınız. Çocuklarsa yüzlerini kazaklarının yeniyle kapatacak ve tercihen odanın bir köşesinde ağlayacaklar. Ağlamanın ortalama süresi üç dakika olacak.

Bu konularda ilginizi çekebilir