Krizlerin yalnız adamları CEO’lar

CEO’lar, kriz anında yalnız kalmayı ve krizi yönetebilmek için anlık ve tek başına kararlar vermeyi kabullenmeli. CEO olmak, sorumluluğu alabilmeyi de gerektiriyor. Evet, yanlış bir hareket CEO’nun kariyerine mal olabilir. Ancak bu durumlarda doğru kararları alabilmeniz için de o koltukta oturuyorsunuz.

YAYINLAMA
GÜNCELLEME
Krizlerin yalnız adamları CEO’lar

Çınar ERGİN

Geçtiğimiz günlerde önemli iletişim danışmanlarından Adrian Wheeler’ın Kriz İletişi­mi Yönetimi kitabı elime geçti. Birçok halkla ilişkiler ajansın­da çalışmış olan ve medya eğit­menliğini yapan Wheeler’ın kitabını incelerken bizim şir­ketlerimizin krizleri yönetme anlayışı aklıma geldi.

Wheeler, kitabında iletişim­cilerin en büyük kâbusu olan kriz konusunu basit ve net bir dille anlatmış.

50 yıl önce bir şirketin değeri, sahip olduğu varlıklarla ölçülü­yordu. Bugünse bir şirketin de­ğeri, maddi olmayan varlıkla­rıyla ve büyük ölçüde itibarıyla ölçülüyor. Durum böyle olun­ca itibarın önemi artarken, onu koruyabilmek de vakit ve nakit gerektiriyor. Amerika ve Avru­pa’da bu durum üst düzey bir yaklaşımla karşılanırken bizde ise genelde göz ardı ediliyor. Ne zaman kriz kapıya dayanıyor, o zaman yangının dokunduğu herkes koşmaya başlıyor. Kimi­leri yanıyor, kimilerinin ise şan­sı yaver gidiyor. Çoğu zaman da hasarı ne kadar minimize ede­bildiğimizle övünüyoruz.

Krizi iyi yönetmek için kadercilik anlayışını bırakmalıyız

Krizi ikinci plana atmamızın temelinde, başımıza gelmez an­layışı ve kadercilik ilk sırada yer alıyor. Firmalarımız direkt satı­şa dönmeyen bütçe kalemlerini kolaylıkla silerken, kriz hazır­lıklarını ve tüm paydaşlarla ku­rulması gereken sağlam ilişki­leri göz ardı ediyor. Krizlere ya geç reaksiyon veriyor ya da pa­nik içinde yaptığımız iletişimle krizin iletişim krizine dönmesi­ne neden oluyoruz.

Oysa Wheeler’ın da belirtti­ği gibi, bir krizin iyi yönetilme­si için ilk adımı atana kadar sa­dece bir saatimiz var. Hızlı ha­reket edip, ilk seferde doğruyu yapmak zorundayız. Aksi du­rum; krizin büyümesine ve do­ğal olarak da itibar kaybı, satış­ların düşmesi, sallantılı hisse fiyatı, paydaşların ve iş ortak­larının antipatisi gibi sorunla­ra yol açıyor. Krizler sonrası za­rarın ölçülmesi için yapılması gereken araştırma da gerçekleş­miyor. Çünkü kriz zaten tamam­lanmış oluyor. Sadece satışlara göre göz kararı bir yargıyla yolu­muza devam ediyoruz.

Evet, ilk reaksiyon için yal­nızca bir saatimiz var. Hazırlık­lı değiliz. Genelde yöneticiler başlarına gelen olayın kriz olup olmadıklarına karar verene ka­dar zaten iki saat geçiyor. Onlar­ca kişiyle durum değerlendir­mesi yapmak ve risk almamak öncelikleri. (Ancak bu tarz du­rumlarda şirketin tepe yönetici­si riski üzerine almak zorunda.) Sonra açıklama kararı alınıyor, ardından metin süreci başlıyor. Tabii o metnin onayı da en az ya­rım gün sürüyor.

Yanlış bir hareket kariyerine mal olabilir ama…

Krizi yönetmesi gereken CE­O’lar, bu tarz durumlarda yalnız kalmayı ve krizi yönetebilmek için anlık ve tek başına kararlar vermeyi kabullenmeli.

CEO olmak, sorumluluğu ala­bilmeyi de gerektiriyor.

Evet, yanlış bir hareket CE­O’nun kariyerine mal olabilir. Ancak bu durumlarda doğru ka­rarları alabilmeniz için de o kol­tukta oturuyorsunuz.

Sizin riske girmek istemeyip geç aksiyon almanız ve yaşata­cağınız gecikme, şirketinizin daha büyük kayıplar yaşaması­na neden olabilir.

Bu gecikme önemli. Çünkü hepimiz gün içinde binlerce me­saja maruz kalıyoruz.

E-postalar, whatsapp grupları yetişemeyeceğimiz yoğunlukta. Artık herhangi bir konuyu de­taylı düşünmek için çok vakti­miz yok. Algımız anında oluşu­yor. Maalesef şirket yöneticileri haklı olduklarını düşündükleri için algının önemini küçümsü­yor. Bu arada da algı Üsküdar’ı çoktan geçmiş oluyor. Gecikme ve kafa karışıklığı, suçluluk ola­rak yorumlanıyor. Gerçeği söy­lemekte veya özür dilemekte ya­şanan gecikme ya da yanlış me­tin kurgusu krizi halkla ilişkiler felaketine dönüştürüyor. Halkla ilişkiler felaketinin yarattığı ha­sar da genellikle krizin yarattığı ilk hasardan daha uzun sürüyor.

Marka krizlerine her gün yenileri ekleniyor

Geçtiğimiz yıllarda sosyal medyanın da vurucu gücüy­le bazı markalar krizlerle kar­şı karşıya kaldılar. Bazıları hiç toparlayamayacakları yaralar aldı, bazıları daha kolay atlattı. Hazırlıklıydı, doğru aksiyon al­dı. İtibarını korudu hatta belki artırdı.

Peki bizim şirketlerimiz, Warren Buffet’in literatürümü­ze soktuğu şekliyle 20 yılda in­şa edilen itibarlarını bir günlük bir krizle yerle bir olması riskini neden taşıyor?

Bir şey olmaz anlayışının tüm hayatımızda olduğu gibi şirket­lerimizde de hakim olmasını nasıl göze alabiliyoruz?

Bu konunun önemini yaşaya­na kadar anlamamayı, hastala­nana kadar sigara içmenin za­rarlı olduğunu anlayamamaya benzetiyorum. Sonucunda ola­bilecekleri yaşamak istemiyor­san önlemini bugünden alman gerekiyor.

Son yıllarda özellikle şirket sahipleri tarafında krizlere kar­şı kaderci bir yaklaşımın geliş­tiğini de gözlemliyorum. Buna neden olan konu da net. Sosyal medyanın gücüyle artık krizle­rin önünü almak mümkün de­ğil. Özellikle kriz anlarında güç­lü gözükene, haliyle şirketlere karşı olmak da genel bir tutum. Haklı da olsanız, doğruyu da söyleseniz linç yemekten kurtu­lamayacağınız anlayışı büyüyor. Bu nedenle de yöneticiler kriz­ler sonrası hasar kontrolü ve sonrası iletişimlere öncelik ve­riyorlar. Bunda da şu motivas­yon ağır basıyor: “Her gün yeni bir konu ve gündemle birkaç gü­ne unutulacağız, çok da üzerin­de durmaya gerek yok. Ekstra çaba nasılsa işe yaramayacak.” Bu biraz da bizim ülkemize göre bir yaklaşım sanırım.