Teknoloji geldi, samimiyet kaçtı

Emel Sayın, 40 yılı aşkın bir süredir müzik dünyamızın en önemli isimlerinden...

Abone ol

Son albümü 2001 yılında yayınlanan Emel Sayın, hazırlıklarını sürdürdüğü yeni CD'si öncesi, etkileyici sesi ve kendine has yorumlarıyla 2 şarkıyı bir single'a okudu: "Haylazım." "Haftanın Konuğu"yla sohbetimize, her zaman olduğu gibi son çalışmadan, Emel Sayın'ın bu single'ından yola çıkarak başladık:

"İlk defa bir single'ım oldu… Gerçi daha eski senelere, 30 - 35 yıl öncesine gidersek 45'likler çıkarırdık. Plaklar vardı biliyorsunuz. 2 ya da 4 şarkı olurdu. Bu kadar yıl sonra, ilk defa albüm dışında 2 şarkıdan oluşan bir single çıktı. Benim için bir yenilik bu… Güne ayak uydurmak gibi bir şey aslında. Zorunlu, düşünmediğim… Çünkü, single değil, albüm yapmak amacıyla yola çıktım. Çok zorlandım. Yeni şarkılardan oluşsun istedim, bunun için hem repertuar oluşturmak, hem de zaman açısından zorlandım… Ben, didik didik eden, ince eleyip sık dokuyanlardanım biraz. Zorum o açıdan… Baktım ki albüm, çok uzun zaman alacak. Çünkü, yalnız yapmaya çalışıyorum bunu. Hiç alışmadığım bir şey. Bu kadar yıl - 40 yılı aşkın bir süredir - hep bir yapımcı olurdu. Bir plak şirketi, her şeyimizle ilgilenirdi. Şarkılar bana hazır getirilirdi. 100'lerce şarkı. Benim görevim, sadece onlar içinden sevdiğim 12 şarkıyı seçmek, onları iyi çalışıp stüdyoya girip okumaktı. Şimdi işin alfabesinden, 'a' harfinden başlıyorsunuz, hepsi size ait..."

Yapımcılığı da üstlenmek sizin tercihiniz değil, diye anlıyorum bu söylediklerinizden?

"Değil, şartlar beni zorladı. Yani yapımcı bir şirket size 'her şey bana ait, gelin, bütün masrafı karşılayacağım ve eskiden olduğu gibi ben çaba harcayacağım, her şeyi hazırlayıp size sunacağım' demiyor artık. Maddi, manevi kendiniz uğraşmak zorundasınız. Bunlar, tabii ki korsanlardan, albümlerin satmamasından, yani yine her şeyde olduğu gibi paradan… Yatırım yapamıyor yapımcılar… Bu yüzden kendiniz yapmak, bir hayli de para yatırmak zorundasınız eğer iyi bir şey istiyorsanız. Ama bunun çabası, araştırması, müzisyenlerle görüşülmesi... Bunlar, benim alışmadığım şeyler. İşin mutfağına hiç girmediğim için zorlandım, çok yoruldum. Uğraşıyorum, uğraşıyorum aylar geçiyor. Sonunda beni etkileyen, çok sevdiğim, - özellikle bir tanesi beni çok etkiliyor: 'Toprak Çağırmadan Gel' – iki şarkıda karar verip bir nefes olsun, hayatıma bir hareket, yenilik gelsin dedim.

Zaten herkes de bunu yapıyor, single çıkarıyorlar… Alışmadığım bir şey, ama ben de önce bunu çıkarayım, sonra hazır olduğumda da albümüm çıksın diye bir karar verdim, böylelikle oluştu.

Tanıtımları da size kaldı tabii ki...

"Bu konuda da deneyimli değilim. İkide bir televizyona çıkmayı sevmiyorum. Şarkımı tanıtayım diye programlara katılmak bana tuhaf geliyor, rahatsız oluyorum. Kendiliğinden, duyulduğu kadar… İnternet yolu en kestirme ve en doğru olanı galiba. Orada duyurmaya çalışıyorum. Ben, çok sevdim şarkıları. Maddi bir gelir falan beklemiyorum. Bir yapımcı şirket daha sonra talip oldu, 'ben çıkarayım, dağıtımını yapayım' dedi. Hakan Eren Bey… Çok teşekkür ediyorum Hakan Bey'e, Ossi Müzik'e. O aldı, oradan çıktı. Hiç değilse işin o kısmıyla, yine hiç bilmediğim bir şeyle daha uğraşmak zorunda kalmadım, Hakan Bey bunları yaptı."

Assolistlik bitti

Şimdi yeniden albüm gündemde. Bu şarkılar da yer alacak mı içinde?

"Evet, yeniden albüm için düşünmeye başladım. Belki bu 2 şarkıyı albümün içine de koyabilirim. Öyle yapıyorlarmış, moda öyleymiş, haberim yok. Yeni yeni öğreniyorum bu yeni akımları…"

Sanatçı üretirken her şeyle uğraşmamalı. Ekibi olmalı, herkes bir işin ucundan tutmalı, o, yalnızca şarkısını düşünüp iyi okumaya çalışmalı. O, seyirciyle nasıl buluşacağını, en iyi şekilde nasıl sunacağını düşünmeli yalnızca... Ben, bunun doğru olduğunu düşünüyorum. Her şeyle ilgilenirseniz, olmaz... Ama söylediğiniz gibi koşullar... İşte gazinolar, yıllar önce kapandı, assolistlik kavramı da unutuldu, gitti...

"Doğru, artık assolistlik kavramı kalmadı. Ki halkın ilgisini çeken bir şeydir bu. Bazen güldürülere falan da konu olur. Dalga geçenler de oluyor, ama çok ciddi biçimde bir assolistlik kavramı vardı. Bu, yaşandı ve bitti. Çünkü gazinolar yok. Gazinoların bitmesine de düşünüyorum, düşünüyorum yine ekonomik nedenlerin sebep olduğunu buluyorum. 80'li yıllarda Türkiye, büyük değişiklikler yaşadı ekonomide… Sosyo-ekonomik bir konu bu bence, para el değiştirdi. Gazino dinleyicisi de değişti. Sanatçılara her zaman ödenen paralar verilemez oldu. Biraz kalite de değişti. Maksim gibi, Lunapark gibi mekânlar, çok kaliteli, çok iyi müzik yapılan müzikhollerdi. Onlar bocaladılar. Fahrettin Aslan gibi - Allah rahmet eylesin - bu işi çok iyi bilen ve yapan bir insan bile çok bocaladı. Hem istediği kalitede solist bulamamaya, hem onlara gereken parayı ödeyememeye başladı. Bir karmaşa yaşandı, neticede iş şekil değiştirdi. Gazinolar kapandığı zaman da assolistlik kavramı bitti.

Tabii bu durum, Klasik Türk Sanat Musikisi'ni de olumsuz etkiledi.

"Evet, assolistler sanat müziği icra ederlerdi. Böylece Türk sanat müziği de yavaş yavaş geriye gitmeye başladı. Televizyonlarda da yer verilmeyince, arka planda kalan bir müzik oldu. Bu, tabii beni üzüyor bir Türk sanat müziği yorumcusu olarak. Aslında bu müziğin Türk halkının gönlünde çok derin bir yeri olduğuna inanıyorum. Çünkü güzel konserler yaptığımızda - Muazzez Abacı, Seçil Heper'le, zaman zaman Ahmet Özhan'la, zaman zaman tek başıma verdiğim konserler - o eski dinleyiciyi, o klası, kaliteyi buldum.  Yine o güzel eserleri dinlemeye hazır bir dinleyiciyle karşılaştım. O kitle var, duruyor, ama onlar için bir mekân yok. Bu işe gönül verip bazı fedakârlıklar da yapıp 'ben böyle bir yer açtım, hadi bakalım' diyecek biri yok. Egemen Bostancı gibi yürekli bir insan yok. Fahrettin Aslan'ı da kaybettik, zaten vazgeçmişti, yorulmuştu. Artık şekil değiştirdi her şey. Eğlence sektörü de büyük bir değişime uğradı. Genç nüfusumuz ağırlıkta. Onların tercih ettiği müzik ve o müziklerin icra edildiği yerler ön plana çıktı. Böyle bir değişim geçirdi Türkiye."

Abacı ve Heper'le yaptığınız konserlerin çok iyi geçtiği haberlerini izledim... Nasıl bir araya geldiniz? Üçünüz ilk kez birlikte sahneye çıktınız değil mi?

"Evet. Bunu İzmirli bir öğretmen Sinan Kuzucu düşünmüş. Türk sanat müziğini çok seven, gönül vermiş genç bir adam… Böyle bir teklif getirdi. Önce benimle konuştu. Düşündüm, bana hoş geldi. Sonra Muazzez Abacı, Seçil Heper'e - ki o, tamamen bırakmıştı, 35 yıldır yoktu sahnelerde – götürdü. Üçümüz de Ankara Radyosu'ndan yetişmiş assolistlerdik. 6 konser yaptık. Birbirimizi önce yadırgadık. 3 assolistin aynı sahnede olması çok zor bir şey. Çok hoşgörülü, çok saygılı olmak ve ayrıca birbirinizi sevmek zorundasınız. Biz, birbirimizi çok seviyoruz, saygı da duyuyoruz. Zaman zaman hoşgörümüzü kaybettiğimiz anlar, aramızda küçük çatışmalar da oldu. Sonra güldük bunlara. Bir yere, bir yaşa gelmişiz, saçmaladığımızı fark edip hemen toparladık. Ve çok keyifli bir biçimde 6 konser yaptık. Salonlar doldu, ilgi gördü. Şimdi Sinan Kuzucu yeni projeler için hazırlanıyor. Bakalım neler çıkaracak."

Tamam profesyonelsiniz, ama duygularınız daha ön planda hep. Bu durum, bence çok güzel bir sentez oluşturuyor ve çok sevilen Emel Sayın'ı yaratıyor.

"Duygularımla yaşıyorum galiba. İstemediğim, hissetmediğim, sevmediğim hiçbir şeyi iyi yapamıyorum. İçimdeki sese kulak vermeden, onun dışında bir şey yaptığım zaman çok mutsuz olan bir insanım. Onun için mümkün olduğunca duygularımı da önüme katarak, onların bana söylediği mesajlardan yola çıkarak bir şeyler yapmaya çalışıyorum, o zaman huzur buluyorum. Karışık değil mi?"

Bilmem, bana doğru olan sizin düşündükleriniz ve yaptıklarınız gibi geliyor. Biraz da sektörün bugünkü durumundan söz edebilir miyiz?

"Bir kaos var gibi geliyor bana, üzülüyorum. Müthiş çabalar gösteriyor sanatçılar. Bunu görüyorum, ama yaptıkları albümlerde başarı sağlamaları çok zor oluyor. Bakın yaz başında o kadar albüm çıktı, bir hit parça var mı? Yok değil mi… Evet şimdi öyle bir şey yok. Ajda Pekkan öne çıktı, en başarılı sanatçılardan biriydi bu yaz. Arkadaşlarımız nasıl çaba harcıyorlar, takdir ediyorum, ama karşılığını bulmayınca da çok üzülüyorum. Çok birbirine benzeyen şarkılar yapılıyor, galiba hata orada. Farklı şeyler yapmak lazım. Sezen Aksu mesela her zaman ayrı bir yerde olan, çok başarılı bir sanatçı… Kenan Doğulu'yu görüyorum, güzel şeyler yaptı, ama emeğinin karşılığını aldı mı, buldu mu bilmiyorum. Çok zor bir ortam…"

Yeniden albüme dönecek olursak...

"Çok çalışmam, çok emek vermem lazım... Ancak, bir de şu var: Kararsızlık. Bu, insanı çok geriye götüren bir şey, bende de çok vardır. Eski Türk sanat müziği şarkıları var, ama herkesin sevebileceği şarkılar. Çok ağır değil, albüme konabilecek, keyifle dinlenebilecek çok güzel şarkılar. Acaba onları mı yapmalıyım daha mı iyi olur, yoksa yeni şarkıları mı okumalıyım? Orada kaldım. Yani kimse şarkı bulamazken elimde 2, belki 3 albümlük repertuar var. Eski şarkıları düşünürsek orada ise çok zengin bir hazine duruyor. Onlardan da yapmayı muhakkak istiyorum, ama bunun bir de maliyeti var, onu da hesaba katmak lazım. Hepsini birden yapamam. İnşallah, Allah sağlık versin, her şey güzel gitsin hayatımızda sıraya koyayım… Yeni şarkıları çok istiyorum, çünkü çok güzel olanları var. Ben çok seviyorum. Herkes sevecek mi bilemem, önce benim sevmem çok önemli. Sonra o eski şarkılardan da çok istiyorum okumayı. Onlar öyle kalmamalı… Adlarını söylemeye de korkuyorum almasınlar diye… Ben önce okuyayım. Sonra paylaşırız ama…"

Daima titiz çalışıyor

Yılbaşına yetişir mi albüm?

"Yılbaşı! Keşke olsa. Biraz zorlanırım, çok az zaman var. Olabilir de, yani çalışacağım. Çok kolay değil, çok zaman alıyor gerçekten. Biraz titiz davranırsanız, o huyunuz varsa çok zor."

Albümünüzde gerçek sazlar mı kullanacaksınız, yoksa bilgisayardan mı yararlanacaksınız? Kayıtlarda bilgisayardan yararlanmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

"Hatta ben, canlı çalsınlar istiyorum. O ruhla yetiştim. Bütün insanlara hitab eden sıcaklıkta ancak öyle oluyor. İki dönemi de yaşamış biriyim. Canlı kayıt da yaptık çok zaman. Çok zor bir şeydi. Bütün sazlarla giriyorsunuz, sahnede gibi anında kayıt yapıyorsunuz. 12 şarkıyı birden 1 günde, ama belki 20- 24 saatte okuyup çok da güzel sonuçlar aldığımızı biliyorum. Bazı albümlerim öyle çıktı. Şimdi teknoloji girince işin içine, biraz samimiyet kaçtı. Ben, şimdiki ses kayıtlarımı çok beğenmiyorum mesela… Ki kendimi çok fazla dinlemem ve de öyle bayılmam. Kendimi hep eleştiririm. Ama o eski tekniği, o kayıtları çok beğeniyorum. Bakın 30 sene önce çok daha geriydik. Bantlara kayıt yapıyorduk. Çok daha ilkeldi bugüne göre o aletler, teknoloji, ama o kayıt, o sesimizdeki pırıltı, sıcaklık, ışıltı asla bugün yok, onu bulamıyorum. Çok rahatsızım yapılan işlerden. Bir şeyi bozuyorsunuz, ne bileyim sesiniz kayıyor falan, onları düzeltiyorlar, ama iyi bir şey çıkmıyor, canlı değil, ben değilim sanki. Kendi sesim bana yabancı geliyor. O konuda eskiyi tercih ediyorum. Keşke aynı şekilde kaydedilse bugün…"

Siz, daima çok çalıştınız, çalışıyorsunuz. Okurlarımız da alanlarında çok yoğun kişiler. Onlara son olarak neler söylemek istersiniz.

"Dünyada en önemli şeyin sağlık olduğunu düşünüyorum. Hayat, elimizden akıp gidiyor. Hem çok çalışalım, hayatın içinde olalım, hem de kendimize zaman ayıralım. Gün geçtikçe, ben bunu çok iyi yapamadım gibi bir duyguya kapılmaya başladım. Onun için gençlere, dostlarıma hep bunu söylüyorum: 'Her anınızı iyi değerlendirin' diyorum. Ben, 30 yıl tamamen kendimi işime vermişim.  Gece gündüz, 2-3 saat uykuyla her gün deliler gibi çalışmışım. Bunun içinde sahne var, sinema var. Çok güzel, ama 30 yıl çok önemli bir zaman dilimi. O 30 yıl içinde kendi yapmak istediğim özel şeyler de vardı: Spor yapmak, daha çok seyahat etmek, daha çok kitap okumak, dostlarımla, ailemle, sevdiklerimle daha fazla zaman geçirmek gibi... Bunların hepsinden çok uzak kalmışım.

Bunları kayıp olarak görüyorum. Çalışmak, hem de çok çalışmak, ciddi olarak kendinizi işinize vermek lazım - zaten ciddi sarılmazsanız hiçbir şey iyi olmuyor -, ama kendinize mutlaka günün birkaç saatini, isterseniz hiçbir şey yapmayın, ama ayırın. Bir kanepede yatıp sadece bomboş yatıp beyninizi boşaltmak, hiçbir şey düşünmemek ya da istediğinizi düşünmek bile iyi bir şey. Ben, bunu bile yapamamışım. Onu kayıp olarak görüyorum.

Ben, böyle bir hata yaptım, en güzel çağlarımı, gençlik yıllarımı fazla fazla çalışarak geçirdim. Hâlbuki prensip sahibi olursanız gayet güzel dengelersiniz. Ben, onu yapmamışım. Çok başarılı oldum, başarılarımı da o dönemde attığım temellere borçluyum belki, ama hayatımda elimden bir sürü şey de kayıp gitmiş, sonra onları yeniden yakalayamıyorsunuz."

               

Emel Sayın ve televizyon dizileri

"Aşkım Aşkım" dizisiyle de bu kez televizyonlarda izledik sizi...

"Ben, müziğin dışında hep ite kaka işlere sokulan biriyim galiba… Bu kez Osman Yağmurdereli… Farkındaysanız hep Allah rahmet eylesin diyorum bahsettiğimiz, sevdiğimiz isimlere… Yine çok sevdiğim dostum, arkadaşım Osman Yağmurdereli bir gün beni çağırdı. 'Bir dizi yapmak istiyorum seninle' dedi. Benim de kardeşim - en küçük kardeşimizi kaybettik - o günlerde bir beyin kanaması geçirmiş, komada… Biz çok kötü günler yaşıyoruz yani. Artık ümidimizi kesmek üzereyiz - 15 gün komadaydı - 13. gündü galiba… Ben, tutunacak bir şeyler arıyorum. Çok acı çekiyorum, kardeşimi kaybedersek ne yaparım, o acıya nasıl katlanacağım, nasıl kaldırabilirimin mücadelesini veriyorum birden aklıma Osman geldi. Telefon ettim 'Osman, teklifini kabul ediyorum' dedim. Ne konuyu biliyorum, ne para konuştum, ne bir şey… Ne olursa olsun oynamak istiyorum, çünkü o iş beni oyalayacak, hayata bağlayacak diye düşündüm. Bir şeye sarılmam lazımdı. 'Tamam' dedi.

O acıyı yaşadıktan 2 ay sonra falan başladık 'Aşkım Aşkım'ın çekimlerine. Hep günün birincisi olan dizi devam ederken Mehmet Ali hastalandı. Ciddi bir rahatsızlıktı ve dizi kaldı. 7 sene sonra yeniden yapmak istedi bunu Osman Yağmurdereli, başka bir kanalda bu defa… Yine memnundu, iyi gidiyordu… Birinci değildi, ama ilgi gören bir diziydi, bu sefer Osman Yağmurdereli'yi kaybettik.

O arada başka bir dizide oynamamı da istemişti Osman. Hiç istemedim 'olmaz' dedim, kendimi orada göremedim… Osman hastaydı, kanserdi onu çok seviyordum… Hayır diyemedim daha fazla. Sırf o mutlu olsun diye 'Karınca Yuvası' diye bir diziye girdim. Başarılı olmadı, 10 bölümde kalktı. Ondan sonra 'Aşkım Aşkım' tekrar başladı, ardından da Osman'ı kaybettik zaten.

Sonra bir 'Altın Kızlar' çıktı. Ben kendim anlatıyorum siz sormadan. Soracak mıydınız? Fatma Girik, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Emel Sayın olacağız, çok güzel… Fakat son dakikada okuduğumuzda senaryo bana hiç iyi gelmedi. Keyfim kaçtı, umduğumu bulamadım, ama girdik artık işin içine derken - çok enteresan şeyler oluyor insanın hayatında - kardeşim hastalandı. Moralim dibe vurdu. 'Ben böyle bir komedide başarılı olamam şu ruh haliyle, orada profesyonelliğimi falan gösteremem, zaten aslında bir oyuncu değilim, diziyi de aşağı çekmek istemiyorum, beni bağışlayın' dedim. Televizyondaki maceram böyle şu ana kadar…"

Yeşilçam macerası

Emel Sayın'ı sinemada da izledik. Bir döneme damgasını vuran filmlerde...

"Sinema, benim düşünüp isteyip planladığım bir şey değildi. Assolist olunca teklif aldım, dikkat çekmiştim. Turgut Demirağ vardı, Allah rahmet eylesin. Çok sevdiğim bir insandı, çok saygı duyardım. Onun dikkatini çektim İstanbul'da ilk sahne çalışmamda ve bir film teklifi geldi. Ben, 'ne ilgisi var?' dedim önce. Oyuncu değilim, ne yapacağımı bilmiyorum, ama etraftan teşvik edildim, ısrar etti Turgut Bey ve yaptık. Çok başarısızdı bence o film. Ayhan Işık'la başrol oynadık. Çok tecrübesizdim, dalga geçiyordum, işi ciddiye alamıyordum bir türlü.

Yine de dikkat çektim, başka teklifler de aldım. 4. filmim 'Feride'de patlama yaşadık. Müthiş bir gişe hasılatı oldu… Ondan sonra yağmur gibi film teklifleri yağmaya başladı. Ben, kendimi ne olduğumu anlamadan çok da istemediğim o sektörün içinde buldum. Sonra düşünmeye başladım 'bu ciddi bir iş, sen de bu işi ciddiye almalısın, bu halk sana sinemada da ilgi gösterdi' dedim. Çünkü 'Feride' ile beni zirveye taşıdılar. 'Buna emek vermelisin, devam etmelisin, iyi düşün' dedim. Üstelik şarkılar bu yolla daha kolay lanse edilebiliyordu, onu fark ettim. Bir de televizyonun çok yaygın olmadığı o yıllarda bir anda Türkiye'de çok popüler olmuştum. Bu açıdan da çok yardımcı olabileceğini fark ettim sinemanın. Yani 'Feride,' 4. filmim dönüm noktasıdır. Ondan sonra bu işe daha sevgiyle, isteyerek sarıldım ve sonraki filmlerim çok daha başarılı oldu."

Galatasaray RFS ile 2-2 berabere kaldı Tuzla'da polise silahlı saldırı Özel: Antalya bundan sonra CHP'nin kalesi olacak MEB, eğitim-öğretim istatistiklerini açıkladı Borsa günü yüzde 1,27 düşüşle tamamladı