"Çoğu şeye karşı tembelim"

Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Mehmet Güleryüz

Abone ol

Bu haftaki konuğum, çok yönlü bir sanatçı. Ressam, heykeltraş, oyuncu, dekor ve kostüm tasarımcısı, eğitmen, galerici… İlk kişisel sergisini açalı neredeyse yarım asır oluyor… Geçtiğimiz günlerde "Güleryüzlü Sohbetler" adıyla yeni bir kitabı çıktı; son resimleri önümüzdeki ay Contemporary İstanbul'da sergilenecek… Evet, Mehmet Güleryüz'le sohbet ediyoruz bugün… Konuşmamıza, geçtiğimiz aylarda gazeteniz DÜNYA'nın kitap ekinde çıkan bir yazısı ile başlamak istiyorum… O yazıda okula başladığı günlerden bir anısını anlatıyordu. Müthiş bir edebiyat lezzeti taşıyan bu metni okurlarımız da çok beğendiler… İşte ilk sorumu, Mehmet Güleryüz'ün içinde saklı bu edebiyatçıya sormak istiyorum… Nasıl doğdu resim, tiyatro ve nerelerde gizleniyor bu edebiyatçı?

"Geriye doğru gidildiğinde çocuklukta beliren yatkınlıklar veya sevgiler esastır. Bende birkaç şey bir arada başgösterdi, yani burnunu çıkardı çocukluğumda. Doğal olarak birisi resimdi. Resim; bir sınırı, çocuk yaşamında daha sonra üstleneceği sorumluluk veya bir sanat haline gelmesi gibi dertler söz konusu olmadığından büyük bir rahatlıkla âdeta yürümek, koşmak gibi doğal gelişti. Onun yanında meselâ aile içinde yaptığım taklitlerle tiyatro ve gösteriye ilgim de ortaya çıktı… İlkokulu yatılı okudum, böyle okumanın getirdiği zorluklar vardı, ama başka bir alan açılacaktı. Çünkü, akşam etütlerini tiyatro salonunda yapıyorduk ve öğretmenler bize oyun oynama fırsatı veriyorlardı. Ben kendi topladığım takımla ilk defa orada sahneye çıktım. Emprovizasyonlar yapıyordum. Epey bir taraftarım, seyircim falan da oluşmuştu. Yani orada da tiyatro meselesi başladı… Artık, resim ve tiyatro vardı…

Ailenizde de sanatla yakından ilgilenenler vardı değil mi?

"Ciddi olarak var… Meselâ halam Bedia Güleryüz'ün şu anda Modern Müze'deki 'Hayal ve Hakikat' sergisinde otoportre sergisi var. Erkeklerde ise hat sanatı, ailenin ananevi hobisi. Bizim soyadımız da oradan geliyor. Ben çocukken utandığım bir soyaddı Güleryüz. Çünkü etrafta herkesin Demirbilek, Kocatürk falan gibi soyadları vardı.

Ben de babama sordum, 'herkesin soyadları çok ciddi, önemli… Bizimki Güleryüz, hokkabaz ailesi gibiyiz?!' Babam dedi ki 'dur, bir dinle, nereden geldiğini biliyor musun?' Büyükbabamın babasının hat hocası, ondan icazet almak için yazdığı yazıyı güleryüzlü bulmuş, 'sen rûşenî mahlasını kullan hattat olarak,' demiş. Rûşenî de Farsça açık, aydınlık, güleryüzlü demek. Aile de öyle anılmaya başlanmış Silistre'de. Türkiye'ye geldikten sonra da hep 'rûşenî' kullanılmış.

Soyadı kanunu çıktığında 'rûşenî'yi almak istemişler, fakat sonu şapkalı 'i' ile bittiği ve Farisî olduğu için kabul edilmemiş. 'Türkçeleştirin' demişler, Güleryüz olmuş. Yani soyadı, aslında yazıdan gelen bir aile bizimkisi… El işinden, kafa işinden, çizmekten gelen bir soyad.

Babam için yazı çok önemliydi. Kendisi de şiir ve yazıya eğilimli bir süreçten geliyordu. Beni o yönde eğitmeye çok özen gösterdi. Ancak, daha ilk denemelerimde şiirden uzaklaşmamı, bir süre ona dokunmama yol açan bir anekdot var."

Lütfen anlatır mısınız?

"Kadıköy'de Gazi İlkokulu'nun karşısında küçük bir dükkân vardı şekerlemeler, defter, kalem satılırdı. Ben oradan 5 kuruşa küçük bir defter almıştım. Yazıyı daha yeni sökmüştüm. Birinci sınıfta âşık olduğum kıza yazacağım şiirler için kullanacaktım o defteri… İlk şiirimi yazmıştım da:

Sevgilim Yurdagül

Senin o acı sözlerin

beni mecnuna çevirdi

diye başlayan bir şiirdi. Ancak, arkamda duran ablam tarafından okunmuş ve alay konusu olmuştu. Ondan sonra bir daha uzun süre şiire doğru bakamadım. Ama babam, yazının önemini bize sürekli, ısrarla üzerinde durarak vurguladı. Babam, muhafazakâr bir adamdı. Onun için ideal bir Osmanlı aydını tipi vardı:

Bir kere Arapça-Farsça terkipleri bilmek gerekiyordu. Ondan sonra yanına muhakkak Fransızca - onun için beni bu dili öğreneceğim bir okula yolladı – şarttı. Çok erken yaşta Ahmet Haşim şiirlerini ezberletti. Onları çıkıp millete okumamı isterdi."

Yani, yazmanız için elverişli koşullar vardı…

"Evet, ama yazı benim çok çekindiğim bir alan. Yazıya zaman zaman yaklaşıyorum, ama ona karşı daha tembelim. Aslında başka şeylere de çoğu şeye karşı tembelim."

Bu kadar şey nasıl yaratılıyor öyleyse?!

"İki şeye karşı tembel değilim: Birisi resim, diğeri tiyatro… Ama öbür şeylere karşı kat'i bir tembelliğim var, kaçarım mümkün mertebe. Yazıdan da öyle. Fakat, yazma isteğim var altta. Onun önüne geçemiyorum, ama hep biraz erteliyorum."

Ama bir yazma denemeniz var: Türkiye İş Bankası Yayınları'ndan çıkan "Güldüğüme Bakma." Sizinle yapılan nehir söyleşiye verdiğiniz yanıtlarla da olsa… Orada kitabın arka kapağında da yazdığı gibi "açıksözlü, korkusuz, kendini de yanlış bulduğu şeyleri de itiraf etmekten çekinmeyen, tavırlı, 'kötü Mehmet' Güleryüz" ü anlatıyorsunuz…

"O, bir çeşit yazma eylemiydi, ama yazma disiplini çok ayrı bir şey, o yüzden hâlâ…"

Peki, tırnak içinde zaten kaçtığınız yazılara biraz ara verelim. Tembellik yapmadığınız bir alana, resme dönelim. Herhalde yeni yapıtlarla yeni bir sergi gelecek sonbahara?

"Son yapıtlar, Contemporary İstanbul'da Kasım ayında sergilenecek…"

Hangi galeride?

"Bizim yeni bir kuruluşumuz var: 'The Empire Project.' Sıraselviler'de. Onun fuar standında gösterilecek."

Mehmet Güleryüz hayranları, nasıl farklılıklarla karşılaşacaklar… Her serginizde karşımıza çıkan gelişimin / değişimin ipuçlarını buradan vermek mümkün mü?

"Benim resmimin birbirine bağlı, sürekli bir içiçiçe gelişmesi…"

Evet, onu soruyorum…

"Gelişmeyi ben söylüyorum, ama tabii onu görmek gerekiyor. Hakikaten bir gelişme var mı, bir tekrar mı var? Bu resimlerde de sosyal kritik ana öge. Yine o tür bir irdeleme var, ama ebatlarla, sürüş, armoni farklılıklarıyla resmi doğru takip edenler için bu değişmeler gözükebilir, resmi doğru okuyanlara...

Bu gelişimleri takip edebilmek için de baştan itibaren hatırlamalar lâzım. Resimler biribirleriyle ne yönde dipten bağlılar  veya yüzeyde bağlılar?

Evet, bu sefer de farklılıklar olduğuna inanıyorum… Bir hayli var, bakalım…"

Sizin dünyanın dört bucağından sanatçı, müzisyen ve edebiyatçı dostlarınızla her yıl gerçekleştirdiğiniz geleneksel buluşmalarınız var… Bir workshop'a dönüşen bu toplantıları yakın çevreniz dışında bilenler, herhalde pek azdır. Bu keyifli serüvenleri okurlarımızla paylaşır mısınız?

"Her yıl Ocak ayının 21'inde Paris'te yakın dostlarımla buluşuyoruz. Bu tarih, XV. Lois'nin giyotinle idam edildiği gün. O tarih esaslı oluyor toplantılarımız, ki katılanların bir kısmı da Fransa'nın çok eski ailelerinden! Bu, biraz da ironik, ama bir hatırlama…"

Kaç yıldır sürüyor toplantılar?

"On yılı buldu…"

Tartıştığınız bir konu, bir tema oluyor mu?

"Evet. Bazen bir yazar, bazen bir sanat akımı, bazen tek bir sanat yapıtı etrafında olabiliyor… Meselâ, 'Dada' konulardan biriydi, bir tanesi 'Sade'dı, diğeri 'Raymond Russel'dı, ki çok bilinen bir yazar değildir, ama Fransa'da çok önemli…

Toplantıda metinler okunuyor, dönemin resimleri, varsa fotoğrafları gösteriliyor… Herkes hazırlanıyor önceden, metinler yollanmış oluyor… Böylelikle onlar da okunuyor önceden…

Tabii grupta aktörler, müzisyenler, şairler de var. Dünyanın her yerinden geliyorlar. Bir ana, esas grup var; bir de konuya göre davet edilenler…"

Hangi ülkelerden geliyorlar?

"Kolombiya'dan, İsveç'ten, Macaristan'dan, ben Türkiye'den, İtalya'dan, Almanya'dan, tabii ki Fransa'dan ev sahibimiz…"

Ya mekânlar?

"Kurucu arkadaşımızın kendi aile şatolarında bir gün geçiriliyor. Bir gün de muhakkak bir mezarlık Pere Lachaise ya da Montparnasse ziyaret ediliyor. Sonra da bazı performanslar yapılıyor…"

Sizin de bir düellonuz vardı değil mi?

"Evet. 2008'deki toplantıda… Bir yıl öncesinden randevulaşmıştık İsveçli ressam Anders Liden ile. Silahlarımız tabii ki kılıç yerine fırçalarımız olacaktı ve istediğimiz ebatta, istediğimiz kadar fırça kullanabilecektik."

Ben videosunu izlemiştim. Hatta, sizin için yaptığımız "Ustalara Saygı" toplantısında bir bölümünü göstermiştik sanırım…

"Evet, filme çekiliyorlar sinemacı dostlarımız tarafından. Bunlar, şimdi bir külliyat halini almaya başladı…"

Önümüzdeki yılın konusu belli mi?

"Henüz belirlemedik, birkaç düşünce var, onlardan birini seçeceğiz."

Aslında sizin son gerçekleştirdiğiniz proje, tiyatro alanında, Can Yücel üzerine…

"Evet, Can Yücel'in şiirlerinden Genco Erkal'ın oyunlaştırdığı metinleri Kemal Kocatürk sahneye koydu ve oynuyor. Tabii tiyatroyla ilişkim hep devam ettiği için, zaman zaman tiyatrocu dostlarla da konuşuyoruz kimi projeler üzerine… Bizim 'Empire Project'in bir de salonu var 85 kişilik, orada bir oyun konulabilir mi diye Kemal Kocatürk ile konuşurken o, bu projeyi anlattı… Bana da 'oyun için Can Yücel'in şiirlerini desenler misiniz?' diye sordu. Ben, 'bunların çizim süreçlerini gösterebilirsek daha güzel olur,' dedim…

Ben ki hayatımda elimi bilgisayara sürmedim, açmayı kapamayı dahi bilmiyordum şimdiye kadar. Fakat bu proje nedeniyle beni hızlandırılmış bir kursa soktular. Ve ben, bu oyun için bilgisayarda çizmeye başladım. Şimdiye kadar 18 video desen çizdim arkada gösterilmesi için müzikle senkronize bir biçimde…"

Oyunu en yakın zamanda izleyeceğiz… Bu oyun için çizdiğiniz desenlerden bazılarını da 11 Kasım'da çıkacak olan Dünya Kitap'ın fuar özel sayısı için rica edeceğiz okurlarımıza hediye olarak… Eğer kabul ederseniz?

"Tabii, memnuniyetle."

Ben, bundan cesaret alarak kapağımızda kullanacağımız resmi de sizden isteyebilir miyim? Örneğin Kasım'daki serginiz için sürdürdüğünüz çalışmalarınızdan birisi olabilir mi?

"Birlikte bakalım hangisi olabilir diye?"

Hem söyleşi, hem de desenler, hem de kapak resmi için çok teşekkür ediyorum…

ELEŞTİRİLERİMİ DİLE GETİRMEKTEN SAKINMAM

Resimlerinizde daima sosyal kritikle karşılaşıyoruz… Mehmet Güleryüz'ü farklı kılan özelliklerinden biri de gerek sanatında, gerek tavrında sosyal eleştirinin her koşulda ve ortamda vazgeçilmez olması. Yani sanatçı sorumluluğu…

"Gereksinimler karşısında bazı şeylerin dile getirilmesi gerektiğine inanıyorum. Bunda da hiç sakınarak davranmadım. Tabii zaman zaman antipati de toplamış olabilirim, ama bu benim fazla aldırdığım bir şey değil. Nesnel bir eleştiriye inanırım birincisi, yani şahsi bir yaklaşım olmaması çok önemli. Nesnel bir analiz yapıldığında açıkca görülecek şeylerin - her nedense - kimse tarafından pek söylenilmediğine inanıyorum. Bunları söylemek bir gereksinim benim için…"

"Güleryüzlü Sohbetler," karşı karşıya bir açılma

Yakınlarda bir söyleşi kitabınız çıktı: "Güleryüzlü Sohbetler." Bu kez sizin yaptığınız söyleşiler yer alıyor Aziz Nesin'den Abidin Dino'ya, Ali Ulvi'den Güler Sabancı'ya…

"Votre Beaute dergisi için dört - beş yıllık bir süreçte yaptığım söyleşilerden seçilmiş bir kitap bu. Ben, bu söyleşilerimi unutmuştum. Sonra, kitaplıklarımı derlerken çıktılar. Yeni gözle okudum, çok enteresan geldi, bir iki dosta bahsettim, dediler ki 'basılsalar, kitap haline getirsene…" Sonra, Ayrıntı Yayınevi ilgilendi ve bu kitap çıktı."

Bütün söyleşiler var mı?

"Hayır, bir kısmını bulamadım önce, sonra ortaya çıktılar, ama kitap basılmıştı…"

Bu kitapta birebir ilişkiniz olan, belki de ıcığını cıcığını bildiğiniz isimlerle konuşmuşsunuz. Okuyucunun lezzet katsayısını yükselten önemli bir ayrıntı…

"Bildiğim insanlar, biraz da önemsediklerim… Yapıldığı günün aktüalitesi içinde belirenler değil de bende yer alan kişiler. Uzun yıllardır tanıdığım kişilere bende biriken sorular, hem benim için enteresan olan, merak ettiğim… Karşı karşıya bir açılma…"

Konuştuğunuz kişilerin bir bölümü bugün hayatta değil…

"Evet, evet en önemli yanlarından biri de o. Bir dönemin beraber yaşamış kişilerinin o dönemi biribirine ekli olarak görmesi ve hatırlaması. Ayrı ayrı röportajları her birinin var, ama bu tür bir derleme yok, o yönüyle de önemli. Ve aradan geçen ortalama 16-17 yıla rağmen bugünün meselelerinin o gün de konuşulduğunu görecekler okuyanlar…"

Karabulut ailesinin avukatı Epözdemir: Mezardan kefen ve bez çıkmadı Mantar kökünden ambalaj ürettiler, ödülü kaptılar  İstanbul Havalimanı, Avrupa havalimanları sıralamasında zirvede Erdoğan ile Bahçeli'den sürpriz görüşme Euro Bölgesi'nde üretici fiyatları ağustosta yükseldi