Psikolojik bir cinayet romanı

Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Ahmet Ümit

Abone ol

Üzerinde çalıştığı son romanı şöyle başlıyor: "Eğer birisi sizi cinayet işlemekle suçlarsa tanıklar bulur, kanıtlar ortaya çıkarır ve suçsuz olduğunuzu kanıtlamaya çalışırsınız, ama sizi suçlayan kendi vicdanınızdan başka bir şey değilse ne yaparsınız?" İlk kez burada yayınlanan bu cümleleri, son derece sert bir değerlendirme! Bu haftaki konuğum Ahmet Ümit'le işte bu romanı, cinayetleri, kitapta anlatılan Fatih dönemini, tarihçilerin dünyasını konuşacağız... Beyoğlu'ndaki ofisinde buluştuğumuzda yüzündeki keyfi fark etmemek mümkün değildi... Çok çalışmak onun yaşam biçimi olmuştu; bugünlerde neler yaptığını üretmenin verdiği coşkusu, heyecanıyla anlatmaya başladı:

"Ben bir edebiyatçıyım, ama sinemayla ilişkim her zaman iyi oldu, yani bir sinema adamı da sayılırım. Dolayısıyla hayatımda bir roman ya da bir dizi her zaman oluyor."

Öyleyse bugünlerde hayat, yine aynı minval üzre mi?

"Öyle. Yeni romanımı yazmayı sürdürüyorum; bu arada 'Bir Ses Böler Geceyi' adlı romanımın sinema uyarlaması Tokat'ta çekiliyor, şu anda setteler. Öte yandan - aslında dizilere çok sıcak bakmıyordum, daha önce de söylemiştim - TRT'den o kadar çok güçlü ısrar geldi ki, piyasada pek çok polisiye dizi var, sizin eserlerinizdeki kahramanları alıp kullanıyorlar, kendi eserlerinize sahip çıkın, bunu yapın diye... Hadi dedim, yapalım ama ben mümkün olduğu kadar yazım işinde yer almayacağım. Fakat ilk bölüm olması, bir model oluşturması itibariyle ve Başkomser Nevzat'ı benim kadar iyi tanıyan kimse de bulunmadığı için romanıma beş günlüğüne ara verip senaryoya giriştim."

Sadece beş günlüğüne?!

"Beş gün tabii… Bırakmam yoksa. Modeli yazacağım. Zaten hikâyeler var. Otuza yakın Nevzat hikâyesi mevcut. Dolayısıyla arkadaşlar bu işe başlayacaklar, biz de Ocak'a kadar romanımızı bitirdikten sonra belki müdahil oluruz tekrar."

Ne zaman çekilmeye başlanacak?

"Eylül'ün ikinci haftası."

Başkomser Nevzat uyarlamaları daha önceki yıllarda da yapılmıştı...

"Şöyle, aslında Sherlock Holmes gibi düşünelim: Sherlock Holmes'u nasıl uyarlıyorlarsa ya da Hercule Poirot'yu, biz de kullanmadığımız hikâyelerden yararlanıyoruz, ama Nevzat, Nevzat'tır yine. Yani hani Nevzat'ın karısı, çoluğu çocuğu kimse, o karakter duruşu, İstanbulluluğu, suça yaklaşımı... O Nevzat, o Nevzat."

Oyuncular belli mi?

"Oyuncular tam belli değil. Değişirse ayıp olur, söylemeyeyim."

"Bir Ses Böler Geceyi" birçok yapıtınız gibi sinematografik öğeler barındıran bir romanınızdı, beyazperdede izlemek keyifli olacak... Orada kimler var?

"Cem Davran var, Ali Sürmeli var onları söyleyebilirim meselâ."

Yönetmen kim?

"O da enteresan bir hikâye. İsviçre televizyonunda yıllardır Fransız bölümünde çalışan bir ağabeyimiz vardı, emekli oldu, geldi. Hayali bir film yapmak, benim 'Bir Ses Böler Geceyi' kitabımı okumuş ve çok beğenmiş 'Ahmet, n'olur filmini yapmak istiyorum bunun' dedi. Ersan Ersever... Sizden iyi olmasın dünya şekeri, dünya tatlısı bir adam. Söylediğim gibi şu anda Fransız bir görüntü yönetmeni ve ekiple birlikte Tokat'ta çalışıyorlar. Bu arada içtikleri sudan zehirlenmişler, dizanteri olmuşlar!"

Senaryo?

"Senaryo bitti, hepsini yazdık."

Siz mi yazdınız?

"O yazdı, ben çok büyük oranda katkıda bulundum. Yani beraber yazdık, ama senaryoda onun adı geçsin, ben kendi adımı kullanmam."

Kaç sayfa oluyor bir TV dizisi senaryosu?

"Seksen sayfadan az değil. Korkunç bir şey... Seksen beş dakika sürüyor, bu bir zulümdür. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yoktur. Mesela 'Lost' gibi hani böyle bilindik diziler var ya onların 2- 3 senaryo grubu var. Grup diyorum, dikkatinizi çekerim."

Onlar 45 dakika zaten...

"Evet, buradaki Türkiye'ye özgü bir şey, demokrasimiz gibi dizilerimiz de insanlık dışı. Çağdaşlık dışı. İnsanın sömürülmesine, ayaklar altına alınmasına müsait bir dizi çalışmamız var."

Gerçekten de tek kişinin yazması deli işi…

"Mümkün değil, kimse yapamaz. Yapmaması da lâzım, dizi de çöker, her şey çöker."

Beş günlük senaryo kampının kaçıncı günündeyiz?

"Üç günü daha var."

Hiç romana bakmıyorsunuz bu arada öyle mi?

"Yok. Olmaz ikisi birlikte. Ben onu yapamam. Zor yani. Hani tatsız, öğleden önce sevgilinle buluşuyorsun geziyorsun, akşam karına gidiyorsun... Yalan olur. Bir gönülde iki sevgili yalan olur."

Nevzat'ı özlemiş misiniz?

"Özledim, tabii özledim. Bu yeni romanda da Nevzat girip çıkıyor. Aslında bu enteresan bir şey… Benim Nevzat romanları, Nevzat'ın gözüyle anlatılır. Burada ise başka bir kahramanım var; bir tarihçi, o tarihçinin gözüyle olayları anlatıyorum. Tabii Nevzat'ı da onun gözünden... Nevzat cinayet soruşturmasına geliyor..."

Başkaları?

"Ali ve Zeynep var. Yani dışardan biri, başka bir karakter Nevzat, Ali ve Zeynep'i anlatıyor yeri düştükçe. Onların hikâyesi değil bu çünkü."

Bir tarihçinin...

"Evet, eski İstanbullu bir tarihçi. O tarihçinin hikâyesi bu."

Biraz daha ayrıntı alsak?

"Şöyle, bu bir tarih romanı değil, ama tarihçileri konu alan bir roman. Psikolojik bir roman... Bu tarihçinin enteresan psikolojik sorunları da var, dolayısıyla özgün bir bakışaçısı olan bir roman. Aynı zamanda bu tarihçilerin hepsinin konusu Osmanlı klasik çağı, yani Fatih, Beyazıt, Kanuni, Selim dönemlerinde uzman olan insanlar bunlar. Elbette o dönemlerde uzman oldukları için hem işlenen cinayetlerin nedeni üzerine çalışırken hem de Fatih dönemine çok yoğun yolculuklar yapacağız bu romanda. Gidip geleceğiz, gidip geleceğiz."

Fatih dönemini, o dönemin diliyle ve olaylarıyla mı görüyoruz yoksa bugünden mi bakıyoruz.

"Bugünden bir tarihçinin gözüyle. Çünkü, o tarih dediğimiz şey, yok. O yalan. Yani tarihi biz bilmiyoruz ki. Tarihçiler yazıyorlar, ama neye dayanarak? O zaman var olan vesikalara göre, ama o vesikaların çoğu yanlı. Eğer Batılılar yazdıysa Fatih'i yerin dibine sokuyor, kanlı katil gösteriyorlar, bizimkiler yazmışlarsa Fatih, 'Allah'ın yeryüzündeki gölgesi', muhteşem bir adam olarak gösteriliyor ve bugün bunları yorumlayan kişilerin hepsi de ilerici bakış açısıyla meseleye yaklaşıyorlar.

Aslında bu romana başlarken kafamdaki, o günü yazmaktı. Çalıştım, hatta birkaç sayfa yazdım, fakat sonra fark ettim ki ben o günü yazdığımda kafamdaki bir düşünceyle yazacaktım, o güne dair bir düşünce oluşacaktı. O düşünce kimin düşüncesi, kimlerin düşüncesi? Yani o dönem bizim kahramanlıklarla dolu bir dönemimiz mi, zulümlerle dolu bir dönem mi? Yeni bir çağ açan bir dönem mi, yoksa yeni bir çağın gelişmesinin önünü kesen bir dönem mi?

Bunların hepsi tartışmalı ve bir romancının bu tür saptamalarda bulunmasını son derece yanlış buluyorum. O nedenle bugüne aldım ve o dönem öyleydi, böyleydi, şöyle oldu diyenlerin hepsinin görüşlerini yansıtıyorum. Ve sonuçta bütün romanlarda olduğu gibi kararı okura bırakıp okurun bu konuda bir fikir sahibi olmasını, kendi kararını vermesini isteyeceğim. Romanın kurgusu böyle... Bunlar bunlar bunlar, acaba hangisi doğru?"

Okur, hangisine inanmak isterse...

"Doğru. Ama zaten roman da bence budur. Ben bir tarihçi değilim, bilimadamı olsam derim benim fikrim bu, böyle böyle olmuştur, ama değilim ki, bilmiyorum yani. Ama bir romancı olarak bütün bunları sergileyebilir, anlatabilir ve okurun da buradan bir fikir sahibi olmasını veya merak sahibi olarak başka kitapları okumasını sağlayabilirim.."

Daha önceki romanlarınızda yaptığınız gibi...

"Evet, onlarda yaptığım neyse o... Buradaki yolculuğumuz Osmanlı yolculuğu. Yoğun bir şekilde Fatih döneminde neler oldu, neler yaşandı... Hiç bilinmeyen yönleri Fatih'in: Çocukluğu, psikolojisi, kardeşleri, iktidar olduğu dönem, sevdiği kadınlar, yaşadığı ilişkiler… Bunların hepsini çok değişik açılardan anlatıyorum…"

Birbirine itiraz edenler de var belki…

"Tabii… Bu kitabın diğerlerinden bir farkı da çok yoğun bir psikolojik roman olması. Yani kendinden, aklından emin olmayan bir kişinin gözüyle bir cinayet soruşturmasını, cinayet soruşturması ekseninde de hem günümüzü, günümüzde tarihe bakışı, hem de geçmişteki konuları anlatıyor. Çünkü kendisi de uzman olduğu için herkesin ne söylediğini biliyor. Oryantalistleri, doğulu bakışaçısını biliyor... Bütün o belgelere sahip, bütün hepsini okumuş, ama sinik bir karakter. Yani kendi halinde bir adam, yenilmiş bir adam. O yenilmiş adamın gözüyle bir dünya..."

Kaynak bulabiliyor musunuz?

"Kaynak çok, o konuda hiç sorun yok. Çok değerli çalışmalar var."

Yoğun okumalar gerektiren bir kitap. Size destek olan bir ekip var mı?

"Hayır, ben tek başıma çalışırım. Bir de karım var... Karıma haksızlık etmeyeyim. Onunla beraber çalışıyoruz. Yani kimi okumaları yapan, merak eden karım... O da emekli ya bayılıyor böyle şeylere. Çünkü bu romanı yazmasam da bütün bu konuları araştırmak çok eğlenceli…"

Kesinlikle katılıyorum.

"Çok zevkli. Tarihi alıp bir roman malzemesi olarak kullanmanın tadı hiçbir şeyde yok."

Dedektiflik yapar gibi?

"Aynen öyle... Diyorlar ya tarih ve cinayet, birebir aynı şey. Cinayette nasıl ki görülen verilerden yola çıkarak gerçeğe ulaşmaya çalışırsan, tarih de elinizdeki belgelerden, vesikalardan, tanıklıklardan yola çıkarak, ne olmuştu onu araştırmak. Cinayeti bulmak daha kolay, ama tarihte gerçekten ne olmuştur bulmak, son derece zor."

Hele Fatih gibi bir ismi yazmaya kalkarsanız..

"Çok büyük politikacı, onun örnek aldığı kişiler Doğulu önderler değil. Örnek aldığı kişiler İskender, Sezar, Pompei… İlginç bir karakter…

Bu arada, Osmanlı büyük bir mucizedir. 1302 yılında Koyunhisar Savaşı'nı kazanıyorlar ve başlıyor, diyor Halil İnalcık"

Siz 1299'u almıyorsunuz…

"Halil İnalcık 1302 diyor, ben hocaya sadık kalmak lâzım diye düşünüyorum, çünkü en iyi bilen o. 1453'te imparatorluk oluyor. 150 yılda imparatorluk olmuş bir başka devlet var mıdır bilmiyorum."

Hele o kadar kritik bir yerde...

"Vizyonları öyle. Orhan'ın karısı Bizanslı. Yani daha ikinci padişah, Bizanslılarla evlenmeye başlıyor."

Hatta daha padişah değilken evleniyor.

"Evet, evet. Yani aşağıya doğru gitmiyorlar, Trakya'ya gidiyorlar. Avrupa'ya doğru. Avrupa'yı almışlar, Edirne'yi almışlar, İstanbul kalmış. Yani Avrasya İmparatorluğu bu, Asya İmparatorluğu, Ön Asya İmparatorluğu değil. Fatih de eğer ölmeseydi 49 yaşında, muhtemelen Portekiz'e kadar ilerlerdi. O meçhul ölümüyle beraber…"

Meçhul ölüm derken?

"Oraya girmeyelim, yani orası çok şaşırtmacalı, romanın oyunu var orda."

Kaç sayfa olacak?

"Valla en az 400 olur."

Çıkış tarihi sanırım Ocak diyordunuz?

"Evet, yetişirse Ocak, yetişmezse çıkarmam, hiç öyle bir derdim yok. Yani bu, değişik bir kitap olduğu için çok heyecanlandırdı beni. Bilmiyorum epey oynamak istiyorum, ama Ocak'tan önce çıkamaz."

İsmi?

"İsmi 'Tanrının Gölgesi' idi, ama bu adda bir kitap çıktı. Yabancı bir yazarın. 'Tanrının gölgesi' lafı aslında Selçuklulardan bu yana bizim padişahların kullandığı bir söz. Fatih de bunu bizzat kullanır. 'Ben Allahın yeryüzüne gölgesiyim' diye. Fakat bu kullanıldı, dolayısıyla vazgeçtim."

Adı ne olursa olsun biz romanı heyecanla bekleyeceğiz...

Fatih'in kentlerine bir yolculuk...

Yayınlanan son romanınız "İstanbul Hatırası"nda İstanbul'un hemen hepimizin bildiği, dibinde yaşadığı ama bakmadığı, farkında olmadığı birçok yerine dikkat çektiniz. Fatih döneminden de çok önemli eserler var. Hatta İstanbul'un en eski camileri, en güzelleri Fatih döneminden, İstanbul coğrafyası da var mı yine kitapta?

"Daha geniş... Sadece İstanbul değil, öyle düşünmeyelim. Burada daha çok kişi bazlı, orada şehir eksenliydi. Burada daha çok şu olabilir meselâ İstanbul değil, Edirne... Fatih, Edirne'de doğuyor, ama şimdiki Edirne Sarayı değil, orası da yıkıntı... Gittim, rezillik. Osmanlı'nın ikinci sarayıdır o. Tunca Nehri'nin kıyısında olan bir saray, birinci saray... Kavak meydanı, yani Selimiye'ye yakın bir yer orda doğuyor Fatih, oradan pek bir şey kalmamış.

Böyle bir yolculuk olabilir Edirne, Amasya, Manisa ve İstanbul... Yani Fatih'in coğrafyası anlamında bir gezi olabilir, ama gördüklerim o kadar korkunç ki... Şöyle bir paradoks var: Tarihiyle, Fatih'le bu kadar gurur duyduğunu söyleyen bir halk, böyle bir insanın mekânlarını korumuyor. Şarapçılar şarap içiyorlar Fatih'in tasarladığı mekânlarda Edirne'de. Kasrın içerisinde şarap şişeleri, affedersiniz dışkısını yapmış adam. Lafa geldi mi Fatih! Gemiler! Bilmem ne.

Yahu böyle bir yalan yok ya. Bu roman biraz da bu yalanın açığa çıkarılması. Yalan çünkü bu. Manisa'da da yok. Amasya'da var bir iki yer. Ama Manisa da bitmiş çok fena."

Akşemsettin gibi, Molla Gürani gibi tipler var mı peki? Onlar ne ağırlıkta yer alacaklar?

"Şimdi şöyle düşünelim bir roman kurgusu içerisinde başka bir kurgu var ve bu kurguda bir cinayet. Biz bu cinayeti çözebilmek için Fatih'in hayatını bilmek zorundayız. Dolayısıyla bu gereklilik ölçüsünde gidip geleceğiz, Molla Gürani'ye, Akşamsettin'e ki Akşemsettin de aslında çok matrak, Akşemsettin denince aklınıza aksakallı bir adam gelir ya, adam köse!"

İki hanedanın iktidar mücadelesi

Fatih kadar güçlü anılan birisini anlatmak için romanınızın kahramanı olarak silik birini seçmeniz çok enteresan! Niye böyle bir şey yaptınız, çıkış noktanız ne?

"Aslında bütün o şaşaalı tarih anlatımları, o tarihe sığınan halklar ve insanlar, aslında çoğunlukla zavallılardır. Eğer bugün bir gelişme olmamışsa, hatta gerilemişlerse hep tarihe sığınmışlardır. Ülke çağdaşlaşıp gelişemediği için tarihimiz, bizim şanlı ceddimiz nasıldı denmiştir. Batıda bizim kadar tarihiyle övünen insanlar yok.

Osmanlı'yla aynı dönemde Avrupa'da Habsburg Hanedanı vardı. Bütün tarih aslında Habsburg Hanedanı'yla Osmanlı Hanedanı'nın çatışmasıdır Avrupa'da. Aşağı yukarı aynı yıllarda çıkarlar. Yani 1270'lerde Habsburg Hanedanlığı başlar, 1302'de Osmanlı ve ikisi de I. Dünya Savaşı'yla birlikte aynı anda çökerler. Bu iki hanedanlığın çatışması şeklinde sirayet eder olay. Yani başka bakışaçıları da sunmak, bunlara da gönderme yaparak sunmak istiyorum. O yüzden de Fatih gibi gerçekten güçlü bir karakter, ama o kadar güçlü mü, emin değilim, ona da bakmak lâzım... Babası tarafından hiç sevilmeyen bir çocuk…"

Enteresan...

"Tabii… Baba II. Murat'ın vasiyetnamesi var, uydurmuyorum bu vesika değil, gerçek. Vasiyetname, şöyle der: 'Beni Bursa'da (ölen oğlu Aleaddin Ali var, onu çok sever) onun yanına gömün, ailemden kimseyi yanıma komayın. Sakın!' Ailem dediği II. Mehmet. Böyle hiç sevilmemiş bir çocuk. Çok enteresan. Annesinin gerçek ismini bilmiyoruz. Yazmaz. Hüma Hatun diye geçer, kimdir belli değil. Öteki padişahların vardır, vesikalarda geçer. Mezar taşında yok, Hüma Hatun diye bir isim..."

Karabulut ailesinin avukatı Epözdemir: Mezardan kefen ve bez çıkmadı Mantar kökünden ambalaj ürettiler, ödülü kaptılar  İstanbul Havalimanı, Avrupa havalimanları sıralamasında zirvede Erdoğan ile Bahçeli'den sürpriz görüşme Euro Bölgesi'nde üretici fiyatları ağustosta yükseldi