“Özel müzeciliğin tarihini yazıyoruz”

Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Suna ve İnan Kıraç Vakfı Kültür Sanat İşletmeleri GM Özalp Birol

Abone ol

2003’ten beri kültür, sanat, eğitim ve sağlık alanlarında faaliyet gösteren Suna ve İnan Kıraç Vakfı, çeşitli düzeylerde kültür hizmeti vermek amacıyla başlattığı geniş kapsamlı girişimini, hız kesmeden sürdürüyor. Pera Müzesi, bu amaçla 2005 yılında hayata geçirilen bir 'müze-kültür merkezi’ydi. Onun ardından, girişimin ikinci adımı geldi, 2007’de İstanbul Araştırmaları Enstitüsü kuruldu. Bu iki merkezle ilgili olarak Suna ve İnan Kıraç Vakfı Kültür Sanat İşletmeleri Genel Müdürü Özalp Birol’la, yine bu sayfada 2008’in Mayıs’ında bir söyleşi gerçekleştirmiştik. Bugün, geride kalan on beş aya yakın sürenin değerlendirmesini yapacak, halen süren ve 2009 sonuna kadar gerçekleştirecekleri etkinliklerden söz edeceğiz… Söz, Özalp Birol’un:

“Sizinle yaptığımız söyleşide üç aşağı beş yukarı nelerin üstünden geçmişiz çıkarttım. Orada 2009’la ilgili olarak ‘Mekteb-i Sultani’yi söylemişim yaptık, güzel bir sergi oldu. ‘Chagall’ı söylemişim, yapamadık ama yapacağız.”

Neden yapamadınız?

“Biliyorsunuz Chagall, Rus Yahudisi idi. Çizimlerinin, suluboyalarının, baskılarının önemli bir bölümünü Kudüs’teki İsrail Müzesi’ne bağışlamıştı. Biz de Chagall sergisini bu müzeden alacağımız eserlerle gerçekleştirecektik, fakat tam bu esnada eserler uçağa yüklenecekken İsrail kalktı, Gazze’ye girdi. Ortalık karıştı. Düşündük ki o günün gergin atmosferinde böyle bir meseleyi gündeme getirdiğimiz zaman hiç istemediğimiz bir halde sanatı politik bir yere çekmiş olacağız veya daha doğru bir söylemle çekilmesine olanak sağlayacak bir platform hazırlamış olacağız. Onun için James Snyder ile, müze direktörüyle konuştum, sergiyi bu yılın 4. çeyreğine erteledik. Dolayısıyla ‘force majeure’ bir şey olmadıkça bu yıl son baharda bir ‘Marc Chagall’ sergisi açacağız.”

Chagall sergisi Ekim'de

Tarihi belirlendi mi?

“Evet. 22 Ekim 2009- 24 Ocak 2010 tarihleri arasında yapılacak sergi. 159 eser yer alacak. Bunlardan 50’si gravür, 54’ü desen, 20’si değişik tekniklerle yapılmış resim, 35’i de lito, Chagall’ın elle renklendirdiği baskılar. Sanatseverlere onu, özellikle Bella ile olan büyük aşkını ve o dönemin yaşamını anlatan resimleriyle, çalışmalarıyla bir kez daha tanıma olanağı verecek renkli, güzel bir sergi olacak.”

Siz sergilerinizi, yabancı uzmanların katıldığı etkinliklerle de destekliyorsunuz, Chagall sergisinin de böyle bir ayağı var mı?

“Chagall’ın torunu olan Meret Meyer’e, Pera Müzesi’nde bir konferans verdireceğiz. Başlık, ‘Siyahtan Yola Çıkarak Rengi Anlamak.’ 5 Aralık Cumartesi günü saat 15:00’e programlandı.”

Geçen yıl konuştuğumuz ve gerçekleştirdiğiniz etkinlikler arasındaki ilklerden biri de Victoria ve Albert Müzesi’nin 157 yıllık tarihinde ilk kez Türkiye’ye gelmesiydi...

“Evet, orada ‘Victoria ve Albert Müzesi’nden Seramiğin Başyapıtları’ demişim, açtık bu sergiyi. Victoria ve Albert Müzesi 157 yıllık tarihinde ilk kez Türkiye’ye geldi, ilk kez bir Türk kültür ve sanat kurumu ile işbirliği içinde bir proje gerçekleştirdi. İlklere imza atmak çok klişe bir deyim aslında ve onu çok fazla kullanmayı sevmiyorum, ama bir taraftan baktığımızda zaten öyle bir süreçteyiz ki bütün özel müzeler olarak bir anlamda özel müzeciliğin tarihini yazıyoruz. Bunun başındayız. Doğrularımız, yanlışlarımız olabilir, ama bu yola iyi niyetle çıkıldığı bir gerçek. Çünkü bu etkinliklerden para kazanılmayacağı da bir gerçek. İtibar için yapılan etkinlikler ve bunları, ülkemiz insanının yavaş yavaş müze gezme refleksini kazanacağı bir süreç olarak görüyorum açıkçası. Kurumların, olanaklarına göre olabilecek en nitelikli etkinlikleri yapmaları ve nicelikten ziyade niteliğe odaklanmaları gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ziyaretçi sayısı bütün dünyada önemli bir faktör olarak dikkate alınıyor, ama bizim gibi henüz oluşum sürecindeki kurumların sayı telaffuz etmelerini ve buna çok fazla önem vermelerini, bu alanda yatırım yapacak insanları ve halen yatırım yapanları yanlış yönlendirileceği düşüncesiyle sakıncalı buluyorum. Çünkü burada önemli olan, müzelerin yüzlerce, binlerce kişi tarafından ziyaret edilmesinden ziyade onların felsefesi, hedefleri. O hedefe yönelik stratejileri ve neler yaptıkları. İzleyici zaten zamanla artacak. Bu bir süreç. Bazı yanlış yaklaşımlarla şişirmemek ve dert etmemek lâzım diye düşünüyorum.”

Bu noktada, ülkemizdeki özel müzelerden isimleriyle söz edecek olursak...

“Son zamanlarda sanat müzeleri olarak ön plana çıkanlar var, bir de kendi kulvarının nitelikli örnekleri. Pera Müzesi’ni, Sabancı Müzesi’ni ve İstanbul Modern’i bir Rahmi Koç Müzesi ile karşılaştırmak çok doğru değil, çünkü endüstri tarihi eksenli veya başka açılımları da olan bir müze orası. Nitelikli, ama ayrı kulvarın oyuncusu. Sabancı ile Pera biraz daha yakın duruyorlar biribirlerine. İstanbul Modern ise seçtiği konu itibariyle tamamen spesifik olarak bir noktaya odaklanıyor. Has da yavaş yavaş iyi bir şeyler yapma yolunda ilerliyor… Tabii bütçe, program, ulusal ve uluslararası ilişkiler, kadro, nitelikli yönetim meselesi. Bir sürü parametresi var.

Türk özel müzeciliğinin ekonomik krize rağmen hevesini kaybetmeyen girişimciler sayesinde hâlâ iyi bir yolda, farklı farklı kulvarlarda emin adımlarla yürüdüğünü söyleyebilirim.”

Haklısınız, aynı fikirdeyim ve bu durum, devlet müzelerini de olumlu yönde etkiliyor...

“Tabii. Özel müzecilikteki bu gelişme, aynı zamanda devlet müzelerinin de olanakları çerçevesinde, belli ölçekte kendilerini düzeltmesini sağladığını ve yol gösterdiğini de söyleyebilirim. O bakımdan toptan bir gelişim süreci yaşıyoruz gibi geliyor bana. Herkes bir şekilde daha iyi bir şeyler yapmaya çalışıyor.

Yalnız şöyle bir şeyin altını çizmek lâzım: Elbette manifestolarımıza bağlı olarak dünya sanatının, elimizden geldiğince seçkin örneklerini sanatseverimizle buluşturmak misyonumuzun bir parçasıdır. Ancak bir başka önemli husus da bu toprakların değerlerini ortaya çıkarmak, korumak, geliştirmek ve gelecek kuşaklara aktarmaktır. Hangi konulara odaklanıyorsak, koleksiyonumuzu neler üstünden kuruyorsak kuralım, bu konuya özel olarak dikkat etmemiz gerektiğiniz düşünüyorum. Bizim müzemizde etnografik, arkeolojik parçalar da var, oryantalist resim de... Bunlar daha ziyade müzecilikle ilgili olan işlerimiz, bunun haricinde müzenin diğer galerilerinde sergiler yapıyoruz. O bakımdan Pera Müzesi, sanatın bütün renklerine, disiplinlerine açık müze ve kültür evi olarak konumlandırıldı açıldığında. Buna dikkat etmek lâzım. Bir noktadan sonra çalışmaların, yalnızca yurtdışından girdiğimiz veya getirmekte olduğumuz veya getireceğimiz parlak sergilerle değil, buranın küratörlük performansıyla, burada yapılan bilimsel çalışmalarla, burada oluşturulan etkinliklerle de yürütülmesi gerektiğini düşünüyoruz.”

Şimdiye kadar açtığınız, halen süren sergilerin bir kısmı bu yönde. Örneğin, üçüncü katta süren “Osmanlı Donanması’nın Seyir Defteri” adlı sergi, bu kaygıyla yola çıkılıp hazırlanmış sanırım.

“Evet, böyle bir kaygıyla yola çıkıp Osmanlı Donanması’nın 16. yüzyıldan 20. yüzyıl başına kadarki gelişimine odaklanan, büyüklenerek ‘her şeyi biliyoruz, geleceksiniz ve bunu burada öğreneceksiniz’ tavrıyla değil, sadece gezen insanlara, alışılmış sergi mantığının dışına çıkarak biraz daha soru sordurtmaya yönelik bir çalışmadır o. Bir taraftan da böyle şeyler yapıp bu ülkenin, bu ülkenin müzelerinin, galerilerinin ve koleksiyoncularının zenginliklerini de sanatseverlerle zaman zaman kendi kurguladığımız senaryolar üstünden, zaman zaman da başka küratörlerin kurgusuyla sunmak gibi bir durumumuzun da olması gerekir.”

"Octet" açıldı...

Birkaç gün önce yeni bir sergi daha sundunuz sanatseverlere...

“4.-5. katlarda yeni açtığımız ‘School of Visual Arts’ sergisi var. Bu etkinlik neden gündeme geldi, ona bir bakmak lâzım. Biliyorsunuz biz açıldığımızdan bu yana her yaz döneminde genç sanatı, çağdaş sanatı desteklemeye çalışıyoruz. Bu çerçevede bu alanda faaliyet gösteren kurumlarla, kuruluşlarla iş birliği içinde bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Bu çerçevede bu ülkenin genç sanatçılarının, bu ülkenin sanat kurumlarından feyz ve bu ortamdan esin alarak neler yapmaya çalıştıklarını sanatseverlere birtakım örneklerle sunmaya çalıştık.

1-1,5 yıl önce bu alanda başka neler yapabiliriz diye düşünürken aklıma şu geldi. Biraz da gençlerin dünyada ne yaptığını bizim sanatseverimize anlatalım, bir yabancı tabiriyle ‘benchmarking’ durumu, bir mihenk taşı olsun ellerinde, ona sürtüp nerede olduğumuzu anlamaya çalışalım, anlayalım. Bunun üzerine hangi okulların uygun olabileceğini düşünürken tesadüfen sanatçı dostum ve School of Visual Arts’ın öğretmenlerinden birisi olan Peter Hristoff geldi ziyarete. Peter dedi ki; ‘Neden School of Visual Arts’ı düşünmüyoruz?’ Açıkçası ismini duymuştum ama okulun detaylı bilgisi yoktu bende… Tipik Amerika… Yani çok renkli, çok dilli, farklı farklı etnik grupları bünyesinde bulunduran bizdeki kayıtlara göre 47 eyaletle 50 ülkeyi temsil eden, 3 bin 700 öğrenciyi bünyesinde barındıran bir okul. 900’ü aşkın öğretim görevlisi var. Böyle baktığınızda bu, azımsanacak bir şey değil, bir nevi dünyadan bir kesit… O zaman karar verdik ki School of Visual Arts ile bu alanda bir işbirliği geliştirmek hakikaten düşündüğümüz şeye hizmet edecek bir yaklaşım olacaktır.

Bunun üzerine tuttuk Peter Hristoff ile ve okulun dekanı, aynı zamanda büyük bir sanatçı olan Prof. Suzanne Anker ile bir toplantılar dizisini başlattık ve bu süreci kurguladık. Fakat biz, sadece ne istediğini anlatıp işi ısmarlayan taraf olduk. Çünkü, bizim haddimize değil gidip de New York School of Visual Arts’tan ‘Seni seçtim, bunu seçtim’ demek. O yüzden o seçkiyi okulun güzel sanatlar bölümünün öğretim görevlilerine, özellikle Peter Hristoff ile Suzanne Anker’a, yani küratörlere bıraktık. Hakikaten ortaya çok güzel bir fikirle geldiler, ‘Octet’ ortaya çıktı: Sekizli. Nedir sekizli? Sekiz kategori açtılar. Bu eksende bir seçki yaptılar, sonra bunları bir araya getirdiler.

Bu, açıkçası bir büyüklenme meselesi değildir. ‘İşte bak New York’ta da sanat böyle yapılır arkadaş’ şeklinde bir mesaj vermek değil buradaki niyetimiz. O yaratı ortamının sanatçıları nasıl yönlendirdiğine, onları nasıl beslediğine ve neler çıktığına dair bir kesit sunuyoruz. Aynı zamanda, çağdaş Amerikan sanatından da bir kesit. Amerikan sanatı sözcüğünü çok fazla kullanmak istemiyorum, çünkü bu süreçte, globalleşmeyi yaşadığımız için aslında dünya sanatından bir kesit... Hem yaklaşım açısından öyle, hem de bu yapıtları üreten insanların geldikleri ülkeler, beslendikleri, doğdukları kültürler açısından. Bienal öncesi çok hoş, çok şenlikli, keyifli, zevkli bir sanat ortamı yarattık Pera Müzesi’nde hep birlikte. Bence sanatseverler bu gözle gezerlerse sergiyi, biz kendimizi daha iyi ifade etmiş, daha iyi anlatmış oluruz. Burada aslında bir sanat şenliği var. Bir okul ekseninde dünya sanatından bir kesiti gösteren bir sanat şenliği: ‘Octet’ sergisi.”

İlgimi çeken, konuştuğumuz bir Bizans batığı sergisi hazırlığınız da vardı...

Bizans batığı

“Bizans batığına odaklanan bir sözlü etkinlik ve sergi diyoruz. Sergi yapmıyoruz, ama sözlü etkinlik yapıyoruz. ISBSA diye bir batık derneği var… ISBSA Türkiye’de ilk kez bir sözlü etkinlik yapıyor olacak güz döneminde. Bunu yaparken aynı zamanda bir 13. yüzyıl Bizans batığı olan Çamaltı Burnu’na da yer vereceğiz. Çünkü o, Türkiye’nin ilk sualtı arkeologyası çalışmasıdır. Bir taraftan bu alanda dünyanın önemli bir sözlü etkinliğini ilk kez Türkiye’ye getirerek ona ev sahipliği yapıyoruz, bir taraftan da Türkiye’nin ilk su altı arkeologyası çalışmasını da o programın bir konusu haline getirerek onu, yabancı araştırmacılarla ve su altı arkeologlarıyla da paylaşma olanağı veriyoruz insanımıza.”

Geçen yıl konuştuklarımızı hatırlıyorum da, bir de “Academie Julian Sergisi” vardı...

“Evet, ‘Academie Julian Sergisi’ demişiz. Şimdilik bunu yapamıyoruz, onun yerine başka planlarımız vardı fakat ‘Chagall Sergisi’ni bu yılın 4. çeyreğine aldığımız zaman tabii doğal olarak 3 katı birden Chagall’a vermek durumunda kaldık. O bakımdan bunu başka bir zamana erteliyoruz. Chagall’ın yerine de biliyorsunuz Akira Kurosawa’nın desenlerini, resimlerini getirmiştik La Petite Palais’den, Fransa’dan… Zannederim 2009’la ilgili sözlerimizin çok çok önemli bir bölümünü de yerine getirmiş oluyoruz.”

Sıra 2010 projelerine geliyor... Biliyorum o dönem için de hummalı çalışmalar içerisindesiniz... Bunlar kesinleşince, önümüzdeki aylarda yeniden bir araya gelmeyi umuyoruz sizinle...

“Tabii... Memnuniyetle...”

İstanbul Araştırmaları Enstitüsü küçük bir fabrika gibi çalışıyor

2007 yılında kurulan İstanbul Araştırmaları Enstitüsü de harıl harıl çalışıyor...

“Amacı, Bizans ve önceki çağlar, Osmanlı ve Cumhuriyet İstanbul’u ile ilgili bilimsel çalışmaları cesaretlendirmek, yüreklendirmek ve çarpan etkisi dolayısıyla daha ziyade araştırmacıları ve akademikleri destekleyerek mümkün olduğu kadar çok öğrenciye öğretmelerini sağlayıp geniş kitlelere bu bilgiyi yayabilmek. Ve bu çerçevede yapılan çalışmaları da bilim kurulunda değerlendirip sonra nitelikli görülenleri de vakıfta burs vererek desteklemek.

Yaptık mı? Evet yaptık. Bu arada, enstitünün giriş katında yer alan sergi salonunda da bir şekilde İstanbul’a odaklanan, İstanbul’la ilgili sergiler açarak burayı bir kütüphane ve fazla akademik gibi görünen bir mekân olmaktan biraz daha yumuşatarak çıkardık. Sokaktan geçen insanların da o binaya girmesini sağladık. Peki sağladınız da ne oldu? Şu oldu, bakıyorum rakamlara, 2008 yılında İstanbul Araştırmaları Enstitüsü sergi salonlarında yaptığımız etkinlikler 10 bini aşkın ziyaretçi tarafından gezilmiş. Oradaki küçücük odaları göz önüne aldığınız zaman bu sayının aslında - her ne kadar sayıya odaklanmasak da - ümit verici bir şey olduğunu görüyoruz. Tabii burası, girişi ücretsiz olan bir yer. Tamamen kamusal bir hizmet vermiş oluyoruz. Benim için sayı burada şu şekilde önem taşıyor. İçeriye giren insanlardan kaç tanesi yukarıya kütüphaneye çıkıyor ve kaç araştırmacı faydalanıyor. Ona da baktım, 3 bini aşkın okur, araştırmacı ve bilim insanı yararlanmış aldığım raporlara göre. Bu, iyi bir şey… Aşağıya gelen 3 kişiden birisinin hiç olmazsa yukarıya çıkarıp bir şeyler okuyabilmesini sağlayabildiysek ne mutlu bize. Diğer taraftan bunların içinde Sorbonne, CNRS, Oxford, Pennsylvania, Harvard gibi üniversitelerden, okullardan ve enstitülerden özellikle bu enstitüde çalışmak, kaynaklarından istifade etmek için gelen onlarca bilim insanı var. Hatta öyle ki bunlardan coşkuya kapılarak projeler hazırlayıp birlikte proje yapalım önerisi ile gelenler var ki bunlar, kendi kulvarlarında dünyanın önemli bilim insanları, sıradan akademik değiller.

Bu çerçevede yine bu yıl içinde Tate Britain ile yaptığımız ‘The Lure of the East’ sergisi vardı ki onun da altını çizeyim, Tate Britain kurulduğundan bu yana ilk kez bir Türk kültür ve sanat kurumu ile iş birliği yapmıştır. Akabinde yaptığımız bilimsel çalışma Britanya oryantalizmi ve oryantalizm üstüneydi. Ona dünyanın dört bir yanından akademikler katıldı. Ve oryantalizm konusu sadece oryantalist resim sanatı açısından değil, fikir olarak, bir olgu olarak da yani Edward Said sonrası bir yaklaşımla da incelendi ve irdelendi. Bu da Pera Müzesi’nin oditoryumunda gerçekleştirilen 2 günlük bir sempozyumdu, kendi kulvarında çok ses getirdi.

2008 yılında ‘Arka Oda Toplantıları’ adını verdiğimiz bir toplantılar serisini de başlattık enstitüde. Sergilerin kitap kataloglarını yayınlıyor, bu arada tarafımıza teslim edilen, bilim kurulunun onayından geçen bazı tezleri de kitap haline getiriyoruz. Bu arada Sorbonne Üniversitesi’nin bu alandaki en önemli adamı Prof. Jean-Claude Cheynet ile ülkemizde hiç bilinmeyen sicilografi, mühür bilim dalını tanıtmak amacıyla bir konferans verdik Nisan 2008’de… Sonra da ülkemizden seçtiğimiz kabiliyetli bir öğrenciyi Cheynet’nin yanında eğitim görmesi için Paris’e gönderdik. Sonuçta enstitü, şu anda odaklandığı bütün kulvarlarda küçük bir fabrika gibi harıl harıl çalışıyor.”

Müze koleksiyonu, sürekli gelişiyor

İkinci katta kendi oryantalist resim koleksiyonunuzdan derlediğiniz ‘Düşlerin Kenti İstanbul’ adlı sergi, 1. katta da ‘Anadolu Ağırlık Ölçüleri’ ile ‘Kütahya Çini ve Seramikleri’ koleksiyon sergileriniz sürüyor. Koleksiyonlarınızı geliştirmeye devam ediyorsunuz sanırım...

“Hemen bir örnek vereyim çok taze. Chris Entwistle adında British Museum’un ağırlık ve ölçü uzmanı olan çok deneyimli birini getirttik ki buradaki genç kardeşlerimin yeni şeyler daha öğrenmelerini sağlayabilelim, artı kendimiz nerede olduğumuzu bir başkasının, bizi hiç tanımayan bir insanın gözünden görelim diye… Bu söylediğim beyefendi bir haftadır burada. Dedi ki ‘bu alanda, bu ölçüde, bu donanımda bir koleksiyon dünyada görmedim.’ Neyle ilgili olarak bunu söyledi; ‘Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri’ koleksiyonumuzla. ‘Gerek sayısal, gerekse elimizde bulundurduğumuz materyalin kalitesi anlamında bu, hakikaten bence kendi alanında dünyada en önemli koleksiyonlardan bir tanesidir, muhtemelen de birincisidir’ dedi. Şimdi bunu, müzeyi açtığımız ve koleksiyonumuzu bin küsür parçadan 8 bin 500 parçaya yükselttiğimiz, 4 yılı geride bıraktığımız bu süreçten sonra duymak, insanı sevindiriyor. Demek ki doğru işler yapıyoruz, en azından yapmaya çalışıyoruz.

Fransızlar geldiklerinde Kütahyalarımızla ilgili yine övgü dolu sözler sarfettiler. Oryantalist resim koleksiyonumuz kendi kulvarında iyidir. Şu açıdan söylüyorum bizim oryantalist resim koleksiyonumuz Arap ve Afrika oryantalizmine odaklanan bir koleksiyon değil. Batılı ressamların özellikle Osmanlı ve İstanbul konulu yapmış oldukları resimleri bünyesinde bulunduran bir koleksiyona sahibiz.”

Galatasaray RFS ile 2-2 berabere kaldı Tuzla'da polise silahlı saldırı Özel: Antalya bundan sonra CHP'nin kalesi olacak MEB, eğitim-öğretim istatistiklerini açıkladı Borsa günü yüzde 1,27 düşüşle tamamladı