Edebiyat, 'hayır' demektir!

Fark Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Mario Levi

Abone ol

İstanbul'da güzel bir sabah… Moda'da, Kemal'in Yeri'nde oturuyoruz… Önümüzde masmavi Marmara Denizi'ni yararak serüvenlerine doğru yol alan gemiler… Ağaçların koyu gölgeleri, yükselmeye başlayan güneşin sıcaklığını hissettirmiyor… Sabahın bu erken saatinde masalar henüz boş, kumruların sesleri duyulabiliyor: "Üs-kü-dar-a gi-delim, Üs-kü-dar-a gi-delim." Arada da kargaların peşpeşe gaklamaları… İstanbul'un bu eski semtinde eski bir İstanbullu, Mario Levi'yle birlikteyim… Simit içi kaşarlarımızla kahvaltı ediyor ve bu kadim kenti konuşuyoruz:

"Ben kendimi hem İstanbullu olarak tanımlarım, hem de aynı zamanda Kadıköylü… Hattâ şuna da inanmışımdır, İstanbul'da bir Kadıköylülük kimliği de vardır. Moda da Moda olduğundan beri Kadıköy'ün en seçkin yerlerinden biridir."

Peki niye Moda, buranın nesini seversiniz?

"Buranın öncelikle sükûnetini severim. Bu yüzden de örneğin şu anda oturmakta olduğumuz çay bahçesi, 'Kemal'in Yeri', bu sükûneti bana çok iyi verir. Fiziksel özellikleriyle verir, ağaçlarıyla verir. Ama örneğin buraya akşam vakti geldiğinizde oturacak masa bulamazsınız. Bu yüzden sabahlarını severim. Ara ara kahvaltı etmeyi de...

Bu vesileyle birçok anım birikmiştir. Gerek Kemal'in Yeri'nde, gerekse şu anda bizim arkamızda kalmış olan Moda Çay Bahçesi'nde nerdeyse her masada oturmuşumdur diyebilirim. Bir de şu özelliğini severim Moda'nın: Denize bakarsınız… Çünkü, İstanbul'da deniz, kimliğin bir parçasıdır. Yani denizi yaşamadan İstanbul'u yaşıyorum diyemezsiniz. Haliyle buraya gelenler de benimle aynı dili konuşan insanlarmış gibi gelir. Bu nedenle Moda'yı çok severim. Moda'nın sokaklarında gezinmeyi severim. Moda'yı solumayı severim yani açıkcası."

Çalışabiliyor musunuz burada, yazabiliyor musunuz?

"Buradaki masalarda yazdığım olmuştur, ama ben belirli bir çay bahçesine ya da kahveye gidip yazan yazarlardan olmadım. Ben, genelde kendimi kapattığım odamı severim. Ama söylediğim gibi ara sıra bu masalarda da yazdığım olmuştur çok sık olmasa da."

BİR TEMENNİ

Yazmasanız da düşünmek, hayal etmek için güzel bir mekân burası… Şöyle bir soru yöneltebilir miyim özelliklerinden çok şeyler yitirmemiş ender yerlerden biri olan bu güzel İstanbul semtinde kahvaltı sonrası kahvelerimizi yudumlarken: Adında İstanbul geçen iki kitabınız var: "İstanbul Bir Masaldı" (Yunus Nadi Roman Ödülü) ve "İçimdeki İstanbul Fotoğrafları." 500 yıldır İstanbul'da yaşayan bir ailenin torunusunuz… Peki 10 sene, 20, hattâ 100 sene sonraki İstanbul'u hiç hayal ettiniz mi? Ne gibi endişeler taşıyorsunuz?

"Bunu her İstanbullu gibi tabii ki ben de düşündüm açıkcası, ama önce isterseniz bir temenniden başlayalım, sonra hayal etmeye çalışalım. Temennim, örneğin 2023, 2033 veya 2043 yılının İstanbul'unun burada çok fazla değişmemesidir. Bu konuda biraz da ümitli olduğumu söyleyebilirim. Çünkü, 1980'lerin başları İstanbul'undaki Moda hemen hemen aynıydı. Evet, mutlaka alıştığımız birtakım değişiklikler bize gerçek değişikliklerin ne olduğunu göstermiyor belki, ama çok değişmedi. Değişmeyeceğini ümit etmek istiyorum.

Tabii bu Moda özelinde; ama değişimler kaçınılmazdır. Şüphesiz 2023 veya 2033,2043 yıllarının İstanbul'u bugünkünden değişik olacak. Hangi anlamda değişebilir diye soruyorum kendime. Özellikle 'İçimdeki İstanbul Fotoğrafları'nda anlattığım 70'lerin, 60'ların İstanbul'uyla bugünkü İstanbul'u karşılaştırdığımızda şöyle bir gerçek çıkıyor: Ekonomik ve teknolojik açıdan çok olumlu anlamda değişmiş bir İstanbul'dayız; bunu görmemiz gerekiyor; ama sadece o açılardan. Yani İstanbul daha zengin, hayatın bazı açılardan daha kolaylaşmış olduğu bir şehir; bu anlamda olumlu bir değişimden söz edebiliyorum.

Ancak, olumsuz değişimleri de görebiliyorum: Örneğin, saflığını yitiren bir şehir… Belki dünyanın başka şehirlerine benzeyebilecek bir şehir. Bunu aslında sadece İstanbul için söyleyemem. Dünyanın değişimlerini görebildiğim birçok şehri için şimdi böyle bir durum söz konusu. Örneğin 1970'lerin Paris'ini çok iyi biliyorum, bugünkü Paris'i de. Evet, bir Paris kimliği belli bir ölçüde korunuyor, ama gerek müzik beğenileri, gerek eğlence şekilleri, gerek yemekleri düşünüldüğünde Paris'in de birçok dünya şehrine benzemeye başladığını görmekten büyük bir üzüntü duyuyorum.

İstanbul için de aynı şey söz konusu. Her şehrin kendine özgü birtakım özelliklerini koruması gerektiğine inanırım. Bu sohbetimizi okuyan bazı insanlar hoşlanmayabilir şimdi söyleyeceğimden, ama meselâ ben İstanbul'da Starbucks'ları görmekten hoşlanmıyorum açıkcası. Ben, onları başka şehirlere yakıştırıyorum."

SORUNLAR, SORUNLAR...

New York'a çok yakışıyor.

"Şüphesiz. Ama İstanbul'a yakıştıramıyorum. Kadıköy'e gittiğimde Rıhtım Caddesi'ndeki Starbucks'ta oturacağına Baylan Pastanesi'ni tercih edenlerdenim. Zaten hiçbir yerde oturmuyorum Starbuckslarda onu da söyleyeyim. Dolayısıyla 20, 30 yıl sonrasının İstanbul'unda, benim istemediğim bu birtakım değişimlerin daha da yaygınlaşacağından endişe ediyorum birincisi bu.

İkincisi, daha kalabalık bir şehir olacağından endişe ediyorum…

Ve üçüncüsü İstanbul'un en büyük sorunlarından birinin şehrin yapılaşması olduğuna inanıyorum. Örneğin, mimari görünümünün giderek çirkinleştiğini düşünüyorum ve daha da çirkinleşeceğinden endişe ediyorum. Somut örneklerim de var: Boğaz'ın yeşilinin talan edilmiş, birtakım gökdelenlerle çevrilmiş olması. Örneğin, Kadıköy'ümüzün hemen Mühürdar'daki Moda'ya giden burnuna 5 yıldızlı yüksek bir otelin yapılmış olması.

Bir endişem daha var. O da çok güncel, ama benim her zaman gündemimde olan bir meseledir. İstanbul'a ait olan özellikler düşünüldüğünde aklıma ilk gelen balık kültürüdür. Yanılmayı sonuna kadar temenni ediyorum - inşallah yanılıyorumdur - ama muhtemelen 30 yıl sonra ya çiftliklerde üretilmiş balıklar yiyeceğiz ya da ithal edilmiş. Üstelik İstanbul'da yaşayıp balık kültürüne sahip olmayan çok insan var.

Ben bu anlamda kendimi İstanbul'da hep azınlıkta hissetmişimdir. 16 milyon insan yaşıyor İstanbul'da, ama buna rağmen gerçek anlamda balık kültürüne sahip kaç kişi var, şüphe ederim. Hattâ İstanbul'da lakerdayı bilenlerin sayısı 1 milyonu ya geçer ya geçmez… Bunun da kaybolmasından endişe ediyorum anlatabiliyor muyum?

Bir de küçük bir fantazi, bir endişem, o da şu: İstanbul'da nasıl bir Türkçe konuşulacak merak ediyorum. Ben, o konuda da birazcık karamsarım açıkcası ve  bu yüzden de yazıyorum."

Yani küsmüyorsunuz, aksine bu yaşadıklarımız, gelecek projeksiyonları sizi yazmaya teşvik ediyor, doğru mu anlıyorum?

"Evet, evet. Tabii ki küstürmüyor. Tam aksine kamçılıyor diyebilirim bu yaşadıklarım. Çünkü şu var yazmak, edebiyat her şeyden önce 'hayır' demektir, bir karşı çıkmadır. İstediğiniz şekilde bu karşı çıkmayı değerlendirebilirsiniz. Benim karşı çıkışım şu: Ben, sıradanlaşmaların tümüne karşı çıkmak istiyorum. Yani az önce konuştuğumuz sıradanlaşmaların tümüne karşı çıkmak için yazıyorum. Yitirilen değerlere sahip çıkmak için yazıyorum ve bunu yaparken bugünle yüzleşmek için yazıyorum. Haliyle bu beni kışkırtıyor, yani bu beni küstürmüyor, çünkü sahip çıkıyorum karınca kararınca, bu nedenle yazmaya devam ediyorum."

MASANIN BAŞINDA...

Peki, o zaman hemen sormalıyım neler yazıyorsunuz ya da tezgâhta yeni neler var?

"Şimdi ben öğrencilerime her zaman şunu söylerim: Yazmak istiyorsanız eğer, yazmayı sistemli bir şekilde hayatınızın bir yerine koyun.. Bunu da bana nurlar içinde yatsın hocam Haldun Taner öğretti. Şu demektir bu: Her gün yazı masasının başına geçin. Yazı masanız gerçek anlamda bir yazı masası olur, evinizde bir köşe olur, bir çay bahçesinde bir masa… Önemli değil, her gün yazı masasının başına geçin.

Ben bunu hayatımın bir parçası yaptım. Kimi zaman sekiz saat süresince yazı masamın başında oluyorum, kimi zaman bir saat, ama bir saatten az değil. Şu anda yaptıklarım yazı masasının başında olmaya devam etmek…

Ama şunu da söylerim öğrencilerime: O gün bir tek satır bile yazamayabilirsiniz, olabilir bu. O zaman bilin ki o gün yazacak herhangi bir şeyiniz yoktur, bırakın yazı yazmayı kitap okuyun. Çünkü, o da yazının içindedir."

Yine de projeler vardır…

"Şimdi benim kafamda şu anda iki öykü kitabı ve bir roman var, ama bunlar tasarı halinde duruyor. Henüz daha hiçbirini tam anlamıyla yazmaya başlamış değilim."

Neden?

"Son kitabım 'İçimdeki İstanbul Fotoğrafları'nı yazdıktan sonra bir dönemeçte olduğumun, bir dönemeci almak üzere olduğumun farkına vardım. Bunu şu anda açıklamam çok zor, yanılıyor da olabilirim, bilmiyorum, ama duygumu sıcağı sıcağına aktarmak için söylüyorum. Farkına vardığım gerçek şu oldu: Sanki 'İçimdeki İstanbul Fotoğrafları' bir dönemin sonunun haberini veriyor benim yazarlık hayatımda. Sanki başka bir yola girecek ve sanki başka bir yolda yürüyecekmişim gibi.

Bu yüzden durdum ve sadece ara ara küçük defterlere birtakım notlar alıyorum, ama ağırlıklı olarak okuyorum onu söyleyebilirim. Şüphesiz İstanbul kitaplarını ihmal etmiyorum elbette, ama uzunca bir süredir ihmal ettiğim bazı yazarları okuyorum; bir de yıllar önce okumuş olduğum bazılarını yeniden."

Kimler bunlar?

"Bu yaz şu ânâ kadar üç yazarı yakından tanıma imkânı buldum: Onlardan biri Virginia Woolf. Neredeyse bütün Virginia Woolfları okudum diyebilirim. Bu açıdan şanslıyız, çünkü neredeyse kitaplarının tamamı Türkçeye çevrildi."

Hem de Tomris Uyar gibi iyi çevirmenlerden…

"Evet, Tomris Uyar'ın, Fatih Özgüven'in, Oya Dalgıç'ın çevirileri çok önemli. Virginia Woolf'tan çok etkilendim. Ben üniversite yıllarındayken 'Mrs. Dalloway'ini ve 'Dalgalar'ını okumuştum sadece, şimdi bütün kitaplarını okudum. Bana birtakım notlar alma imkânı tanıdı ki bu çok önemliydi.

İkinci okuduğum yazar – o da seneler önce Tomris Uyar'ın bir tavsiyesiydi - Katherine Mansfield.  Onun da Türkçeye çevrilmiş olan bütün öykülerini okudum. Kalın bir kitap çıkmıştı 'Katıksız Mutluluk' diye. Orada beş öykü kitabı var, hepsini okudum. Öykü sanatı konusunda bana bazı ipuçları verdi.

Üçüncü tanıdığım yazar, o da rahmetli Tezer Özlü'nün bir tavsiyesi üzerineydi, çok severdi, Robert Walser, İsviçreli. Benim için gerçek anlamda bir keşif oldu Walser. Türk okuru çok fazla tanımıyor. Şimdilerde bir kitabı çıktı 'Tanner Kardeşler.' Türkçeye çevrilmediği için bazı kitaplarını Fransızcalarından okudum Almanca bilmediğim için. Yani üç önemli yazar tanımış oldum, bu benim için çok önemli bir şey."

ÖYKÜYE DÖNÜŞ

Bundan sonraki kitabın bir öykü kitabı olacağına dair ipuçları olarak nitelendirebilir miyiz bu okumaları?

"Şöyle diyeyim öyküyü çok önemli bir tür olarak gördüğümü her fırsatta söylüyorum. Bu nedenle de öyküye bir dönüş yapabilirim. Tamam, romanı bırakmayacağım, ama içimde 'öyküyü uzun süredir ihmal ettim, mutlaka bir dönüş yapmalıyım' şeklinde bir duygu dolaşıyor. Ama hayat! Bakalım ne olacak? Ama böyle bir hazırlık dönemine açıkcası Katherine Mansfield çok uygun düştü onu söyleyebilirim. Az evvel dediğim gibi Tomris Uyar hararetle tavsiye etmişti. 'Çok önemli bir öykücüdür,' demişti. Biliyorsun Tomris de hep öyküde direndi."

Oysa siz bir maratoncu olduğunuzu söylüyorsunuz. Bu uzun yol koşucusunun kitapları dünyada nerelere ulaştı? Hangi dillerde okunuyor?

"Bu yaz 'İstanbul Bir Masaldı'nın Arnavutça ve Amerika baskıları çıktı. 'Bir Şehre Gidememe'nin ise Arapça baskısı Mısır'da yayınlandı. Bu senenin başında yine 'İstanbul Bir Masaldı'nın Fransızca baskısı çıktı. 2013 sonunda 18 dile çevrilmiş olacağım."

Harika…

"Böyle bir şey. Bekliyoruz işte. Şimdi Yunanca, Bulgarca, Romence, Makedonca, Macarca, Lehçe, Portekizce, Korece baskıları bekliyoruz. Bakalım bundan sonra neler olacak?! Ama Amerika baskısı benim için çok önemliydi…"

"Ben bir maratoncuyum"

Yazarken öykü mü, roman mı daha heyecanlı?

"Valla galiba ben tercihimi romandan yana yapacağım."

Neden?

"Ben öyküyle romanı karşılaştırırken hep atletizmle bir anoloji kurarım ve derim ki roman, maraton; öykü yüz metre koşusudur. Maraton sabır ister, uzun soluk ister, direnme ister. Öykü bir çırpıda olur biter, ama yüz metre koşusu gibi en küçük bir hatayı bile affetmez."

Örneğin, Fodepar şansızlığı!

"Fodepar şansızlığı da her zaman fazla. Yaşa! Her şey olabilir. Ama ben karakterim, hayatı, ilişkileri yaşayış biçimim düşünüldüğünde maratoncuyum zaten. Kendimi hep böyle görmüşümdür. Örneğin, diyelim ki bir insanla bir kırgınlık yaşadım. Derim ki hayat! Yıllar geçer her şey yerli yerine oturur…

Diyelim ki bir insana bir derdimi anlatamamışımdır, yeteri kadar beni anlamamıştır veya diyelim ki benim bir metnim birileri tarafından bir şekilde istediğim gibi anlaşılmamıştır. Şunu söylerim: Bir gün nasıl olsa anlaşılır! Ben maratoncuyum! Hep öyle derim. Dolayısıyla kendimi bir yüz metre koşucusundan çok bir maratoncu olarak gördüğüm için romanı daha yakın buluyorum, ama öyküyü de çok çok çok önemsiyorum yani tür olarak çok önemsiyorum. Bu yüzden de öyküye dönmek istiyorum, ama roman beni daha çok heyecanlandırıyor, onu söyleyebilirim."

"İstanbul'un mimarisi olumsuz değişiyor"

İstanbul'un değişen mimarisi desem…

"Örneğin Haydarpaşa'nın - ben oturduğum evden görebiliyorum - büyük bir değişim sürecine girdiğinden söz ediliyor. Şu çok önemli: Galiba İstanbul'un kendi mimari geleneğine çok sahip çıkılabilmiş değil. Nedenleri araştırılsa, konunun uzmanları hiç şüphe yok ki birtakım açıklamalar getirecektir, ama ben kendi gördüğümü söylemek istiyorum:

Şimdi tarihi yarımadaya baktığında, ki ben tarihi yarımada için hep şunu söylerim: İstanbul'un silûetini orada görürsünüz. Peki, tarihi yarımada üzerinde kendisini en çok gösteren yapılar hangileridir diye baksam işte Ayasofya vardır, Sultanahmet Camii vardır, Topkapı Sarayı vardır, biraz daha geriden Süleymaniye'yi görürsün vs. vs…

Bir şey ilgimi çeker; bütün bu yapılar doğa ile büyük bir uyum içerisindedir. Yani gerek Roma, Bizans gerek Osmanlı büyük bir saygı göstermiştir buna. Öte yandan sen gel gör, bir de şuna bak Beşiktaş'ta Dolmabahçe Stadı'nın hemen yanına inşa edilmiş olan gökdelene… Şehrin bağrına saplanmış bir hançer gibi görürüm onu. İstanbul'un bu anlamda da olumsuz bir şekilde değişmeye devam edeceğinden endişe ediyorum."

Karabulut ailesinin avukatı Epözdemir: Mezardan kefen ve bez çıkmadı Mantar kökünden ambalaj ürettiler, ödülü kaptılar  İstanbul Havalimanı, Avrupa havalimanları sıralamasında zirvede Erdoğan ile Bahçeli'den sürpriz görüşme Euro Bölgesi'nde üretici fiyatları ağustosta yükseldi