Zeyyat Selimoğlu'nu özlüyorum

Faruk ŞÜYÜN ODAK kitap@dunya.com

"Haliç'i bu saatte görmemişiz hiç. Sabah şafak vakti ya da biraz daha sonra. Köprü dubalarının açıldığı saat, biz dubaların arasından geçip uzun bir süre İstanbul'u göremeyeceğiz, başka yerleri görmek isteğinin de içimize çöreklendiği günler. Yolculuk delisi Ermeni arkadaşım Ohannes ile geminin davlumbazında, sırtımız küpeşteye dayalı, kalafat yerine sıralanmış gemileri gözden geçiriyoruz. Kömür kokuları doluyor burnumuza; bacadan fırlayarak çıkıp savrulan döne döne havada dağılıp giden, külhanlarda yanmaktan nasılsa kurtulmuş ufak tanelerden yayılan koku bu. Güzel bir koku.. Sabahın bu ıslak, serin saatinde daha bir etkili oluyor. Yıldızlardan bir kaçı, sönmekten kurtulmuş gibi, göğün ötesinde berisinde henüz. Sinsi bir komandolar gemisi miyiz ne, öylesine sessiz sessiz ilerlememiz. Aslında sessiz olan bütün Haliç, bütün İstanbul bu saatte.

Çıt çıkmıyor kalafat yerinden, ortalık uykuda. Kaldırıp ağır bir şey atsak suyun içine, sanki çıkardığı sesten bütün İstanbul ayaklanacak. Bütün gün kıyılarda sac levhalara, demirlere kıyasıya inen çekiçler, varyozlar havada asılı kalmış sanki. Başlamak için emir bekliyor gibiler. Yanyana sıralanmış şileplerin bir ikisinin bacasından ince, ak bir duman çıkıyor; uykulu bir duman bu, gözlerini oğuşturur gibi çıkıyor bacalardan. Gemileri yürüten türden bir duman değil. Olmasa da olur sanki. Daha ötelerde, kıyı boyunca, sıra sıra mavnalar, kara, dolgun etli balinalar gibi, birbirine sokulmuş balinalar gibi. Doklar da uykuda; bir numara, iki numara, üç numara, bütün havuzlar sessizlik içinde. Kaynak makinelerinin parıltıları gemi bordolarını yalazlamıyor henüz.

Ohannes, o çok sevdiğim düşünür edasıyla konuşuyor:

- Gözünü sevdiğimin, sevmek gerek böyle şeyleri, bu katran, kömür kokularını, denizlerin kenarını, mavnaların ziftli bordalarını, geceden sabaha geçişi. Yoksa bunları sevmekten başka ne kalır adamın elinde? Şimdi şu alaca karanlığı göremeyen yataklarında sırtüstü, ağzı açık horuldamakta olan adamlara acıyorum bilsen. Birini omuzundan silkip uyandırsam, ulan desem, Haliç'te sabah nasıl olur bilir misin? Gök karadan lâciverte, lâcivertten maviye, maviden açık maviye nasıl geçer hiç gördün mü bakıp da, yoksa böyle ha babam horuldadın mı yatalak herif? Yaşamak bunları sevmek değil mi, gözünü sevdiğim?"

Günlerdir Zeyyat Selimoğlu okuyorum. Yukarıdaki satırlar, "Kıçüstünde Toplantı" isimli kitabındaki "Davlumbazda" hikâyesinden. Sevgili Zeyyat Selimoğlu... Yılda bir kere olsun (artık olmayan) Elmadağ'daki Divan Pastanesi'nde buluşup sohbet ettiğimiz Zeyyat Selimoğlu... Öykülerini çok sevdiğim yazar. Edebiyatımızda deniz tema'sı üzerine inceleme yapmak isteyenler için Halikarnas Balıkçısı ve Sait Faik'le birlikte başvurulacak edebiyatçı...Halikarnas Balıkçısı, açık denizleri, süngercileri yazmıştı. Sait Faik adaları, balıkçıları anlatmıştı ya Zeyyat Selimoğlu ise, yukarıdaki edebiyat lezzetinin taştığı satırlardan da anlaşılacağı gibi deniz adamlarını dile getirdi öykülerinde. Onların gemilerde sactan duvarlar arasındaki yaşantılarını anlattı, karaya dönmelerinden sonra yaşadıkları bunalımları, sıkıntıları, buruklukları, alışamamışlıkları yansıttı.

2000 yılından bu yana, yazlık evinin bulunduğu Heybeliada'da yatıyor. "Çiçekli Dağ Sokağı"nı yazdığı adada. Ondan Çiçekli Dağ Sokağı'nın öyküsünü yazmasını istemiştik, Hilmi Yavuz aynı yeri şiirleştirecek, Ara Güler ise fotoğraflayacaktı. Refah Şehitleri Caddesi'ne dikey, taş merdivenli o sokakta, sıcak bir yaz günü yaşanmış, yazı, şiir ve fotoğraflar Hürriyet Gösteri'de yayınlanmıştı.

Bugünlerde, onu özlediğimi fark ediyorum. Kitaplarıyla teselli bulmaya çalışıyorum, siz sevgili okurlarımın ise – kütüphanelerinde yoksa – öyle bir şansları bulunmuyor; çünkü, bu büyük yazarın kitaplarının mevcudu yok, anladığım kadarıyla taliplisi yayınevi de çıkmıyor.

Ne yazık!

Tüm yazılarını göster