Siyasetin ekonomiye maliyetinin giderek büyüdüğü ve bundan önceki iki çeyrek gibi bu yılın ikinci çeyreğinin de küçülme ile sonuçlanacağı giderek netlik kazanıyor. Azalan yatırımcı ve tüketici güveni nedeniyle neredeyse tamamen kredilerde artışa bağımlı hale gelmiş olan büyüme beklentilerini birinci öncelik olmaktan çıkarmak, özel bankaların yeni kredilerinin çok azalması, yabancı sermayeli bankalarda ise kredi hacminin gerilemesi nedeniyle reel sektöre destek yükünün sadece kamu bankalarına kalması nedeniyle kaçınılmaz görünüyor. Verilen kredilerin ne ölçüde yatırım ve üretime dönüşeceği de ayrı bir soru işareti. Kamu bankalarının sermayelerini güçlendirmek için yapılacağı açıklanan “özel tertip tahvil” operasyonu ise, bu kaynağın da sınırlarına gelinmekte olduğunun işareti. Ayrıca özellikle uluslararası finans kuruluşlarında kaygı uyandıran bir husus, kredi iştahı azalırken piyasaya likidite sağlama çabasının, sonunda Merkez Bankası desteğini gerekli kılacağı, bunun ise enflasyonun daha fazla yükselmesine, TL’nin de daha fazla değer yitirmesine yol açabileceği. Dünyada daralan ve maliyeti yükselen finansman koşulları da Türkiye’deki fon ihtiyacı için elverişli görünmüyor. Bu nedenlerle yinelenen İstanbul seçiminin hemen ertesinde hem içeride hem dışarıda güven vermeyi önceleyen ve büyüyen bütçe açığını kontrol altına almayı amaçlayan en azından orta vadeli yeni bir programı ve politika setini hayata geçirmek zorunlu.
Küçülme ve nakit/ borç krizi
Gerçekten, bütçe açığının geçen yılın aynı periyoduna oranla iki kattan fazla arttığı, bu arada faiz dışı fazlanın da açığa dönüştüğü dikkate alınırsa kamu kesiminin daha fazla gevşeme marjının olmadığı açık. Dolayısıyla son iki çeyrekte milli gelire, ithalatın daralması nedeniyle dış ticaretin yaptığı katkı dışında, yurtiçi unsurlar itibariyle tek katkı yapan kamu kesiminin bu rolü uzun süre sürdürmesi mümkün değil. İnşaat, sanayi ve hizmetler sektörlerinde ve hem yatırımlarda, hem de özel tüketimde bu sürede gözlenen %2-13 arası daralmalar, ancak bu katkı sayesinde ekonomideki küçülmeyi %2.8 düzeyinde tutabildi. İstihdamın geçen yıla göre yaklaşık 800.000 azalması da bu küçülmenin sonucudur. Gelecekteki büyüme potansiyeli açısından en anlamlı gösterge olan yatırım harcamalarının %13 ile en fazla daralmanın yaşandığı alan olması durumu daha da kaygı verici kılıyor. Dolayısıyla IMF’nin Türk ekonomisi için 2019 yılının tamamında öngördüğü %2.5 daralma kötümser sayılmayabilir.
Türkiye’nin, gelişmekte olan ülkeler içinde, dış borç ödeme yeteneğinin göstergesi sayılan CDS priminin en yüksek olduğu (470’in üzerinde) ülke olması, finansman konusundaki tablonun giderek kötüleşmekte olduğu anlamına geliyor. İSO500’deki büyük şirketlerde finansman giderlerinin faaliyet karı içindeki oranının 2017’de %50’ler düzeyindeyken 2018’de %90’lara yaklaşması bu bakımdan durumun gittikçe kötüleşmekte olduğunu ortaya koyuyor. Likiditenin dünyada bol ve ucuz olduğu dönemde alınan döviz borçları, bugünün koşullarında yapılan üretimin katma değeri ile geri ödenemeyince çok daha yüksek maliyetli borçlanma zorunda kalma, şirketlerin mali yapılarını çarpıtıyor. Reel sektörün sıkıntılı durumunu başka bir açıdan gösteren ilginç bir veri de yapılan vergi incelemelerinde bulunan kaçak oranının, kârlılığa dayanan gelir ve kurumlar vergilerinde %10’u geçmezken, nakit akışına dayanan KDV’de %40’a, ÖTV’de ise %600’e varması. Nakit açığı ve borç servisi şirketlerin en önemli sorunu.
Kaynak tahsisinde verimsizlik
Ülkemizde öteden beri gözlediğimiz bir terslik de cari açık oranında ve dış kaynak girişinde oluşan büyük artışların ortalama büyüme oranında bir değişiklik yaratmaması. Yani aynı cari açıkla daha düşük büyüme ya da aynı büyüme için daha fazla cari açık gibi bir kısır döngü söz konusu. Hem kaynakların yatırıma dönüşmesinde, hem de yatırımların verimliliğinde sorunlar var. Muhtemelen kaynak tahsisinde rantın öne çıkması, imalat sanayii yerine inşaata yönelinmesi ve düşük teknolojili ürünler üretilmesi gibi pek çok faktör bunda etkili olmakta. Tabii öngörülebilirlik düzeyi ve hukuk güvencesi yönünden azalmak yerine artan sorunlarımızın teknolojik düzeyi arttıracak küresel yatırımları caydırması da cabası.
Ama en önemli çıkmazımız, cari açık ve borçlanma çekişli, ithalata ve tüketime odaklı model ile yürümekte ısrar etmemiz. Belli ki, küresel finans çevrelerinde böyle bir modeli destekleme isteği kalmadı. Ama bizim kamuoyunda alternatif bir program arayışını hala göremiyoruz. Ayrıca uzun süredir içinde olduğumuz seçim sürecinde öne çıkan “vatandaşın geçim kaygısı” ile toplumun ve gelecek kuşakların “refah özlemi” arasında dinamik bir denge oluşturmak olan asıl işlevlerini yaklaşık yarım yüzyıldır bizim siyasetçilerimizin gereğince kuramadığını da not etmek gerekir. Umarız bu yaz herkes için yeni bir başlangıç olur.