Yıl sonu sıkıntıları ve güven ihtiyacı

Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Bir yılın son yazısını yazmak insanı tuhaf duygulara sürüklüyor. Hele bu, ekonominin rekor düzeyde ve şok bir daralma yaşadığı, üstelik yine de belirsizliklerin tümüyle ortadan kalkmadığı bir yıl ise ve siz ülkenizin bunca deneyimden sonra artık kritik eşiği aşarak kendi dinamiklerine dayalı ve sürdürülebilir bir büyüme sağlayabileceği yeni bir dengeye ulaşması konusunda umutlu bir sabırsızlık içindeyseniz, yorucu ve tedirgin edici bir bekleyişe teslim olmak can sıkıyor. Ne var ki, canlı bir yükselen ekonomi olmanın küçümsenmeyecek avantajlarına rağmen, ithalat çekişli ve düşük katma değerli üretim yapısını değiştirmeyi ve sağlıklı bir kamu finansman dengesi oluşturmayı sağlayacak stratejik programın 2010 yılında da gündemin ön sıralarında olmayacağı belli.

Dışarıda ve içeride belirsizlik

Küresel konjonktürde büyük ölçüde yükselen pazarların etkisiyle yıllık yüzde 4 gibi bir büyüme beklense de krize yol açan temel dengesizliklerde henüz kalıcı bir çözümün bulunamaması ve gelişmiş dünyanın en hızlı düzelecek ülkesi olarak gösterilen ABD'de bile Obama yönetiminin aldığı politika tedbirlerinin isabetinden kuşku duyulması, 2010 yılının pek de rahat olmayacağını gösteriyor. Ünlü ABD'li iktisatçı Steve Hanke'nin de belirttiği gibi Dubai krizi, geçmiş krizlerin gösterdiği gibi, ucuz para dönemlerinin arkasından gelen yıkıntının uzun sürebileceğini hatırlatıyor. Türkiye'nin özellikle reel ekonomisi yönünden mevcut edilgen yapısını düşünürsek, hareket alanımız için dış kısıtların devam edeceğini söylemek yanlış olmaz.

2010 yılı bütçesi de, daha önce değindiğimiz gibi, personel ve transfer harcamaları ile faiz ödemeleri gibi rutin yükümlülükleri karşılamaya dönük ve ucu ucuna bağlanmış bir tablo içeriyor. Üstelik, krizden çıkışı hızlandırmak ve bütçe kalitesini bozan sosyal güvenlik gibi alanlarda reform enerjisi taşımak gibi iddiaları olmayan böyle bir bütçede dahi, bütçe açığını 2009 gerçekleşmesinden daha aşağıda, 50 milyar TL civarındaki hedefte tutabilmek, vergi gelirlerinde yüzde 18 gibi ciddi bir artış gerçekleştirmeyi gerektiriyor. Baz etkisinin olumlu katkısına rağmen büyümenin yüzde 3,5 gibi temkinli bir düzeyde öngörüldüğü bütçede ÖTV'nin yüzde 32, ithalde KDV'nin yüzde 24, dahilde KDV'nin yüzde 19 artacağı hesaplanmış ki bu ya iç ve dış talepte hızlı bir düzelme beklendiğine ve/veya dolaylı vergi oranlarında da artış planladığına işaret. Kısaca gelecek yıl için hazırlanan bütçede yatırım ortamını canlandıracak ve yatırımcı bekleyişlerini olumlu etkileyecek bir unsur yok.

Toplumsal diyalog ve güven şart

Bu durumda kamu yönetiminin, mali disiplinin bozulmasını önlemek için, vergiler ile ilgili yedek stratejiler üzerinde çalışabileceği akla geliyor. Vergi sisteminin temel yapısal zaafları, yani kayıtdışı ve gelir vergisi yetersizliği ile vergi idaresinin ve denetiminin güçlendirilmesi kısa zamanda büyük mesafe alınabilecek konular değil. Tehlike de burada. Bütçe dengesini sağlamak ve borçlanma ihtiyacını artırmamak için vergi kaçaklarını önlemeye ve gelir hedeflerini tutturmaya yönelik hızlı fakat iyi tasarlanmamış, mükellef hukukunu ve zaten sarsılmış olan yatırımcı güvenini dikkate almayan uygulamalar ortaya çıkabilir.

Oysa her ülkenin kriz sonrası konumunu belirlerken büyük ölçüde kendi yolunu çizeceği yeni aşamada öncelikle ihtiyaç duyacağımız şey, temel politika alanlarında toplumsal beklentileri uyumlu bir şekilde yönlendirmek ve tüketici-yatırımcı güvenini hızla yerleştirmektir. Bir yandan kapasite kullanımının artmasını ya da kredi talebinin canlanmasını nasıl sağlayabileceğimizi araştırırken, diğer yandan başta firmalar olmak üzere ekonomideki karar birimlerini tedirgin edecek, haksız işlemlere uğrayabilecekleri korkusuna düşürecek uygulamalara girişmek hatalı ve tutarsız olur. Aksine bu dönem, toplumsal diyalog ve uzlaşmanın en fazla önemsenmesi, kamu ve özel kesimin ortak sorunlar üzerinde en fazla işbirliğiyle çalışması gereken bir dönemdir.

Kod paniği ve mükellef hukuku

Bu bakımdan son iki ayda iş dünyasında yaygın bir huzursuzluğa ve tepkiye yol açan "vergide kod listesi" uygulamasının çok talihsiz bir olumsuz algılama yarattığını vurgulamalıyız. Aslında yeni olmayan ve vergi idaresinin KDV İadeleri ile ilgili kayıp ve kaçağı önlemek amacıyla 2001 yılından beri uygulamaya çalıştığı bir risk yönetimi aracı, birdenbire riskli sayılan mükellefler dışında onlarla şimdi veya geçmişte ticari ilişki kurmuş, mal ve hizmet alışverişinde bulunmuş bütün işletmeleri şüpheli duruma sokan ve yaptırım tehdidi altında bırakan bir korku mekanizmasına dönüştürülmüş durumda.

Başlangıçta sadece sahte ve yanıltıcı belge düzenleyen kötü niyetli mükellefleri hedef alan uygulama, şimdi adresinde bulunmayan, KDV beyannamesini vermeyen ya da KDV matrahlarının yüksekliğinden kuşkulanılanları da içeren 13 kategoride ve üstelik her vergi dairesince değişik şekillerde işleme konuyor. Danıştay'ın da kanuni dayanaktan yoksun bulduğu böyle bir sınıflandırmanın vergi idaresinin kendi risk ve derecelendirme esasları olarak dikkate alınması ve sözgelişi vergi incelemelerine yön vermesi anlaşılabilir; ancak bunun hukuki sonuç doğuran bir vergi uygulamasına dönüşmesi ve vergi mahremiyetinin ihlali kabul edilemez.

Bakanlığın ve Gelir İdaresi'nin yılbaşından itibaren merkezi bir veritabanı aracılığıyla sorumluluk üstlenerek düzelteceğini açıkladığı uygulamanın, listelere giriş ve çıkışın objektif ve açık kriterlere bağlanması, listenin mükellef erişimine açık tutulması, işlemlerin ilgililere önceden bildirilmesi, tespitlerin vergi incelemesi veya mahkeme kararlarına dayandırılması, haksız yere listeye alınanların çıkışlarının hızlandırılması ve liste kapsamının daraltılması yoluyla mükellef hukukunu gözeten ve ticareti caydırmayan bir hale getirilmesi, devlete güven açısından zorunludur.

Tüm yazılarını göster