Yeni süreçte şanslı olmanın anlamı

Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Hatırlamayı ve tartışmayı çok sevmesek de ülkemizin temel gündemi uzun süredir fazla değişmiyor. Hazır küresel ekonominin en önemli toplantılarından biri olan IMF ve Dünya Bankası toplantısına oldukça başarılı bir ev sahipliği de yapmışken, hep çok ulaşılmaz gördüğümüz ve tedirgin temas kurduğumuz gelişmiş Batı dünyasının lider ülkelerinin dahi içine düştüğü belirsizlik ve çaresizlik durumunun vermiş olması gereken özgüvenle, alışkanlıklarımızdan sıyrılarak bu gündem kapsamındaki zorlu sorunları aşmak için alternatif stratejileri yaygın bir katılımla tartışmanın ve çözümlerde uzlaşmanın zamanıdır. Üstelik doymamış pazarı, genç nüfusu ve düşük hanehalkı borçluluğu ile hatırı sayılır bir potansiyele sahip olmanın avantajını, dünya üzerinde kaynak dağılımındaki payımızı artırmak için kullanmak açısından elverişli birkaç yıllık bir fırsat dönemini bu krizden çıkış sürecinde yakaladığımız da anlaşılıyor. Ancak 29 Eylül'de bu köşede vurguladığımız gibi, fırsatın varlığı yetmiyor; bu fırsatın anlamını gereğince algılamak ve onu kullanabilecek konuma gelebilmenin kısa  vadeli maliyetlerini göze almak gerekiyor.

Dönüşümün ilk şartı özgüven

Bu konum, yeni şekillenecek olan dünya düzeninde gerçekten söz sahibi olabilecek bir fikri, kurumsal ve ekonomik kapasiteye ulaşmak şeklinde özetlenebilir. Aksi takdirde "bölgesel finans merkezi olmak" gibi uçuk sayılmayacak bir iddianın dahi yankı bulması mümkün olmaz. Böyle bir kapasiteye erişmenin gerektirdiği çok yönlü dönüşüm, yeterli stratejik odaklanma ve kolektif bilinç sağlanabilir ve toplumsal enerji bu doğrultuda yönlendirilebilirse, çok da karmaşık değildir. Ama üst düzeyde bir özgüven ister

Yeri gelmişken genellikle Avrupa ülkelerine mensup ve ne Türkiye'ye ne de başka hiçbir ülkeye karşı önyargılı olmadıklarına emin olduğum değişik çevrelerden duyduğum ilginç ve düşündürücü bir izlenimin "Türkler'in anlaşılması zor bir özgüven sorunu yaşadığı" olduğunu belirtmek isterim. Görünüşteki iddialı duruşumuza karşılık, içimize kapanmaya ve herkesi düşman saymaya yatkınlığımızı görünce, gerçekte bunun doğru olabileceğini zaman zaman düşünmüşümdür. Ender de olsa iş, sanat, bilim ve spor dünyasında evrensel düzeye yükselen yurttaşlarımızın içine düştüğü tuhaf yabancılaşma psikozu da bir bakıma bunu doğruluyor. Sorunun büyük ölçüde eskimiş ve değişen zamanın gereklerine göre reforme edilmemiş eğitim sistemimizden kaynaklanıyor olması muhtemel. Eğitim reformunun yapısal dönüşüm programının temel ayaklarından biri olması bu nedenle de zorunlu.

Kriz sonrasında hızlanan yeni sürecin bir yararı da, IMF ve benzeri uluslararası kurumlara hep bir nefret ya da hayranlık bağlamında fetiş muamelesi yapan Türkiye'nin de artık normal davranış kalıplarına girmesi ve objektif bir değerlendirme ile sorunlarını çözmeye odaklanıp ihtiyacı olan her aracı (bu arada IMF'yi de) kullanması ihtimalinin artması olacaktır.

Yeni dönemin fırsatları

Küresel konjonktürün geçen hafta bazı yönlerine değindiğimiz ve bize de yansıyacak özelliklerini irdelemeye devam edelim. Artık dünya ekonomisinin ağırlık merkezinin Batı'dan Doğu'ya kaymakta olduğu gibi spektaküler genellemeleri bir yana bırakırsak, finans sisteminin onarımı ve ekonomilerin canlanması için 2011 sonrasını bekleyeceği anlaşılan gelişmiş Batı dünyasının yatırım cazibesini büyük ölçüde yitirdiği açık. Türkiye'nin de öncüleri arasında sayıldığı gelişmekte olan ülkeler, yeni küresel düzendeki stratejik rolleri henüz test edilmekte ve belirsiz olsa da, büyüme potansiyelleri nedeniyle finans ve yatırım akımlarının başlıca hedefi olacaklar. Bu kaynakların nasıl yönlendirileceği ve maliyeti ise bu ülkelerdeki yatırım koşulları ve ortamının göreli özelliklerine bağlı olacak. Artık geleneksel sömürü mantığı ile ilişkili yaklaşımları terk etmek ve küresel üretim ve ticaret ağlarına nasıl eklemleneceğimiz konusunda kafa yormak şart.

Türkiye'nin finans sisteminin krizden etkilenmemiş olmasını fazla abartmadan değerlendirmek gerekiyor. Çünkü madalyonun diğer yüzü de bu sistemin yeterince büyük ve renkli olmadığı, ayrıca reel sektörün finansmanında aldığı rolün yetersizliği. Bu nedenle finansal ürünlerin çeşitlendirilmesi ve hukuk altyapısının güçlendirilmesi ile sistemin geliştirilmesi zorunlu.

Reel sektörde de ölçek, yönetim, raporlama gibi kurumsal zaaflara ilaveten kredilendirilebilir proje üretme kapasitesi sınırlı olduğu için rekabetçilik yönünden destek ihtiyacı çok fazla. Yani kamunun fon talebi sınırlı kalsa, faiz indirimleri devam etse ve kredi kaynakları artsa bile bundan yararlanacak firma sayısının artırılması kolay olmayacak. Bu nedenle aslında kriz öncesinde de büyük ihtiyaç bulunan Kredi Garanti Fonu ve benzer mekanizmalarla kurumsal destek sağlama sürecindeki açığın hızla telafi edilmesi zorunlu. Önümüzdeki süreçte değerli TL riskinin devam edeceğini ve kayıtdışılığın tahribatını da düşünürsek Türk şirketlerinin üretim ve ihracat güçleri üzerinde ciddi kısıtlar olacak.

Buna karşılık yeni dönemde bölgesel bütünleşmelerin ve işbirliklerinin öneminin artacak olması gibi bize umulmadık fırsatlar sağlayabilecek gelişmeler de var. Neredeyse umut kestiğimiz Avrupa Birliği sürecinde dahi, krizin pahalılaştıracağı sermaye maliyetini, üretim açığını gidermek için piyasaları bütünleştirecek gelişmelerle makul düzeye çekme çabaları yoğunlaşacak. Mutfağı düzeltmeye ara vermemeliyiz.

Tüm yazılarını göster