Yaylım ateş altındaki Merkez Bankası'nın açmazı

Fatih ÖZATAY EKONOMİDE UFUK TURU dunyaweb@dunya.com

EKONOMİDE UFUK TURU / Fatih ÖZATAY fatih.ozatay@etu.edu.tr Ekonomiyle ilgili kurumlar hakkında çıkan eğlenceli haberlerin nedense büyük bir çoğunluğunda Merkez Bankası (MB) yer alıyor. Faiz politikası hakkında dava açmaktan tutun da, sık sık bir bakanın MB'yi büyümeyi engellemekle suçlamasına, ya da gazetelere büyük boy ilan verilmesine kadar. Kısacası MB hep ateş altında. Bu olgu sadece bizim Merkez Bankamız'a özgü de değil. 2001 yılının sonlarına doğru Meksika Merkez Bankası'nın kriz sonrasında uyguladığı politikaları, özellikle de kur politikalarını tartışmak için Meksika'ya gitmiştik. Onların vaktiyle gazete manşetlerinde vatan hainliği 'mertebesine yükseltildiklerini' öğrenmiştik. 'Yok artık' dediğimi hatırlıyorum. 'Yok artık' değilmiş ama. Çok geçmişe gitmeye gerek yok; krizden bu yana yazılanların, söylenenlerin bir kısmını anımsamak bile yeter 'yok artık' olmadığı için. 'Bostan korkuluğu', 'trene bakar gibi bakmak' kriz sonrasında kur yukarıya doğru giderken söylenen ilk veciz ifadelerdi MB için. Daha sonraları bu sefer de kur yerlerde sürünürken, üstelik de akademik unvanlı bir yazarımız, artık nasıl bir bağlantı kurduysa kuş gribinden ölümleri MB'nin kur politikasına bağlamıştı. Merkez bankacılarının şüphesiz bu düzeydeki eleştirilerden haz etmeleri beklenemez. Onlara sorarsanız yasaları ile verilen bir görevi yapmaktadırlar. Merkez bankacıların yoğurt yiyiş biçimleri tabii ki eleştirilebilir; ama yasa onlara sadece yoğurt yemelerini emrettiyse, "neden sütlaç yemiyorsunuz?" yollu eleştiriler de bir garip kaçmaktadır doğrusu. Neyse, her daim var olacak bu tür eleştirileri bir tarafa bırakalım. MB ile ilgili üç konuyu ele alalım bugün: Potansiyel büyüme hızı ile herhangi bir yıldaki büyüme hızı arasındaki farklılık, MB'nin son hedef değişikliği ve bundan sonraki olası faiz politikası. Potansiyel büyüme hızımız düşük 1980'lerin başından bu yana fert başına gelir düzeyimiz gelişmiş ülkelere kıyasla pek bir iyileşme göstermiyor. Grafik bu durumu gösteriyor. ABD'ye kıyasla Türkiye'nin yanı sıra Brezilya, Çin ve Kore'nin durumları resmediliyor. Bu dönemde büyümesine büyüdük. Ama grafikten ortaya çıkan yalın gerçek şu: Gelişmiş ülkeler ile kıyaslandığında (burada ABD ile) aslında yerimizde saymışız. Her ne kadar Brezilya'nın durumuz bizden daha kötüyse de Çin ve Kore'ye bakınca durup düşünmemiz gerekiyor. Özellikle de Kore'ye. Grafikte İrlanda da yer alsaydı, durumun vahameti daha da belirginleşecekti. Şöyle de belirtebiliriz bu durumu: Potansiyel büyüme hızımız gelişmiş ülkelerin refah düzeylerine yakınsamak için yeterli değil. Hatırlarsanız Dünya Bankası'nın bir çalışması vardı. Buna göre, AB ülkelerinin ortalama refah düzeylerinin hiç olmazsa yarısına ulaşmak için orta dönemde yüzde 7'lik bir büyüme hızına ulaşmamız gerekiyordu. Peki, potansiyel büyüme hızımızın düzeyi ne? MB Araştırma ve Para Politikası Genel Müdürlüğü ekonomistlerinden Dr. Şeref Saygılı ve Dr. Cengiz Cihan "Türkiye Ekonomisi'nin Büyüme Dinamikleri" adlı çalışmalarında bu soruların yanıtlarını arıyorlar. Çalışma, TÜSİAD ve Merkez Bankası tarafından bu ay içinde ortaklaşa yayınlandı (TÜSİAD-T/2008-06/462). Potansiyel büyüme hızı gözlenen bir büyüklük değil; tahmin etmek gerekiyor. Yazarlar farklı yöntemler kullanarak bu büyüklüğün yüzde 5 dolayında olduğunu saptıyorlar. Zaten 1950-2007 dönemindeki ortalama büyüme hızımız da bu rakama yakın bir düzeyde. Potansiyel büyüme hızımızın 1990'larda küçüldüğü, 2001 krizinden sonra ise yüzde 5.3'e yükseldiği saptaması var. Bu son saptama özellikle ilginç. Politikacılar genellikle miyopik bir bakışla gerçekleşen yıllık büyüme hızlarına bakıyorlar. Oysa geniş kitleler için çok daha önemlisi potansiyel büyüme hızı. Yıllık büyüme hızı birkaç yıl arka arkaya çok yüksek çıkabilir. Ama bu yükseklik potansiyelin üzerine çıkıyorsa sürdürülebilir değildir. Önemli olan yüksek ama geçici büyüme hızları elde etmek değil, yüksek ama kalıcı büyüme hızları elde etmek. Bunun ilk yolu da istikrardan geçiyor. Kriz sonrası iki kuvvetli çapaya dayanarak uyguladığımız istikrar programının potansiyel büyüme hızımızı artırdığını ortaya koyuyor yazarların bulguları. Ama yeterli değil. Yüzde 7'den hla çok uzak bir noktadayız. İşte bu nedenle 2001 krizinden sonra uygulanan program "Görevini yerine getirdi, artık onu emekli etmek zamanıdır" diyoruz. Hoş, bu siyasi ortamda kim yeni bir program tasarlar ve de uygulamaya koyar o da ayrı bir konu. Ortam böyle olmasaydı yaparlar mıydı, yapmazlarsa seçimlere bu başarısızlığın yansıması ne olurdu, bunları ise hiç öğrenemeyeceğiz. 'Cinlik' yeterli değil Sözünü ettiğim çalışmanın bir diğer önemli bulgusu da şu: 1988-2007 döneminde elde edilen ekonomik büyüme büyük ölçüde yatırımlar yoluyla sağlanmış. İşgücünün ve verimlilik artışının büyümeye pek bir katkısı olmamış bu dönemde. Yazarlar bu olgunun uzun dönemli sürdürülebilir bir büyüme yapısına erişmede önemli bir engel oluşturduğuna dikkatlerimizi çekiyorlar: "Bu kapsamda, insan gücünün donanımının geliştirilmesine, istihdam imkanlarının artırılmasına ve teknoloji üretme, kullanma ve uyarlama yeteneğinin güçlendirilmesine olan ihtiyaç devam etmektedir." Bir diğer saptama da 2002-2006 döneminde toplam faktör verimliliğinde önceki döneme kıyasla iyileşme olması, ama bu gelişmenin 2007'de tersine dönmesi. 2007 için benzeri bir olumsuz gelişme sermaye birikimi için de söz konusu. 2007'deki gevşemeyi başka bir pencereden bu çalışma da ortaya koyuyor kısacası. Potansiyel büyüme hızı denen büyüklük de sevimsiz bir şey. Öyle 'art' deyice artmıyor. Faizleri suni olarak düşürünce de artmıyor. Öyle ya; faizleri düşürerek potansiyel büyüme hızını yükseltmek mümkün olsaydı, tüm ülkeler faiz indirme yarışına girmezler miydi? Potansiyel büyüme hızı 'reel' bir kavram. Üstelik de uzun vadeyi ilgilendiren bir değişken. Öyle basit parasal önlemlerle uzun vadeli reel bir büyüklüğü değiştirmek kolay değil. Kolaylık bir tarafa imkansız gibi. Potansiyelinizi artırmanın yolu daha kaliteli işgücünden, daha yüksek bir verim düzeyine ulaşmaktan, teknolojik atılımlardan geçiyor. Aslında iki farklı büyüme hızı kavramı var. Bu farklılığın ayrımına bir varsak oldukça rahat edeceğiz. MB'yi de rahat bırakacağız büyük ihtimalle. İlki herhangi bir andaki büyüme hızı. Bu büyüme hızı potansiyel büyüme hızından farklı olabilir elbette. Ama bu farklılık devam edemez. Etmemelidir. Adı üstünde 'potansiyelinizden sapmışsınızdır'. Bela almak istemiyorsanız başınıza, potansiyeline döndürmek için ekonominizi makroekonomik politikanızı değiştirmeniz gerekir. Oysa potansiyelinizden memnun olmayabilirsiniz. Bu durumda potansiyelinizi değiştirmeye çalışmanız gerekir. Potansiyeliniz sabit kalırken herhangi bir dönemdeki büyüme hızını değil. Bunun temel yolu ise suni faiz düşüşlerinden, ya da kamu harcamalarını artırmaktan geçmez. 'Reel' politikalardan geçer. Bu kadar basit... Neyse, gelin bırakalım potansiyel büyüme hızını. Güncel bir olaya dönelim. MB'nin hedef değişikliğine. Hedef değişikliği ve kredibilite Enflasyon hedefinde yapılan değişikliği haklı bulanlar kadar eleştirenler de oldu. Hemen belirtmek gerekiyor ki, enflasyon hedeflemesi rejimi çerçevesinde bir merkez bankası hedef değiştirmek gibi sevimsiz bir durumla karşı karşıya kalsaydı, bunu anlatabilmek için içinde bulunduğumuz koşullardan daha elverişli koşullar bulamazdı. Her türlü dışsal olumsuzluk mevcut: Enerji fiyatları yüksek, emtia fiyatları ve gıda fiyatları da öyle. Üstüne üstelik bir de uluslararası mali piyasalarda deprem var. Bu büyük bir belirsizlik yaratıyor. Her an kurda yeni bir sıçrama olabileceği gibi, her şeyin yolunda gider gibi olduğu haftalarda kur düşebilir de. Eğer böyle bir zamanda hedef değiştirilemezse hiçbir koşulda değiştirilemez. Şüphesiz koşulların elverişliliği, hedef değişikliğinin pürüzsüz olacağı anlamına gelmiyor. Aksine hedef değişikliğinin olumsuz yönleri de var. Bunların başında da olası bir kredibilite kaybı geliyor. Ama gerçekçi olmayan bir hedefte ısrar etmenin yarattığı/yaratacağı kredibilite kaybı da var. Üstelik böyle bir ısrar enflasyon hedeflemesi rejiminin özüne de aykırı: Hedefiniz inandırıcılığını yitirdiği için bekleyişleri şekillendiremiyorsunuz. Kısacası hedef değişikliğini hem desteklemeye, hem de karşı çıkmaya yönelik gerekçeler var. Ne yazık ki şu anda Türkiye'de hedef değişikliği sadece dış koşullardaki olumsuzluk altında ortaya çıkacak maliyetten daha fazla bir maliyetle gerçekleşiyor. Nedeni malum: Bizim içeride uyguladığımız (ya da bir türlü uygulamadığımız) ekonomi politikaları nedeniyle enflasyonla mücadele zorlaşıyor. Böylelikle hedefi kendi başarısızlığımız sonucunda değiştirdiğimiz gibi bir kanı yaratıyoruz. Bu durumda para politikası açısından ek bir kredibilite kaybı daha ortaya çıkıyor. Oysa merkez bankalarının kredibilitelerinin azalmaması para politikasının başarısı açısından yaşamsal önemde. Nedeni açık: Uygulamalarına güvenmediğiniz bir kurumun açıkladığı hedeflere de inanmazsınız. Para politikası kısa ve orta dönemde bir hükümetin en önemli iki makro ekonomi politikasından bir tanesi. Hükümetlerin dikkate alması gereken basit bir gerçek var: Para politikasının başarılı olması için inandırıcılık çok önemli. Hükümetlerin kendi ekonomi programlarının selameti açısından merkez bankalarının kredibilitelerine büyük önem vermeleri gerekiyor. MB'nin yalnızlığı Hükümetin enflasyonla mücadelede MB'ye yardımcı olmadığına dair çok sayıda örnek verilebilir. İki güncel örnek verip, daha önemlisine döneyim. İlk örnek şu: Enerji fiyat ayarlamaları sürekli ertelendi. Sonuçta da birikimi eritmek için de büyük bir ayarlama gerekti. Bu tür bir uygulamanın önemli bir sakıncası var. Bir defalığına yapılacak zam oldukça yüklü bir miktar tutuyor ve durup dururken ekonomiye bir şok verilmiş olunuyor. Bu tür ayarlamaları yapmanın normal yolu zamanı geldikçe düşük miktarlar halinde yapmak. İkinci örnek ise prim affı gibi uygulamalarla istikrardan ödün verdiğimiz izlenimi yaratmamız. Daha önemlisi ise büyüme politikası açısından yapılan yanlışlıklar. Bu yanlışları iki boyutta inceleyebiliriz. İlki, potansiyel büyüme hızımıza ilişkin. Potansiyelimizi artırmak için temel sorunlarımıza eğilen reformlar gerekiyordu. Bunları kısaca 'mikro reformlar' olarak adlandırıyoruz. Hangi alanları kapsadıklarını daha önce ele almıştım. Yukarıda tartıştığım gibi şu siyasi ortamda bu tür reformlara el atılması pek mümkün görünmüyor. Tarihsel bir fırsat kaçırıyoruz. İkincisi de şu: Hem 2007, hem de 2008'de düşük bir büyüme hızına mahkum edilmiş olmamızı enflasyonla mücadelemize sekte vuran önemli bir politika yanlışlığı olarak görüyorum. Çok daha yüksek bir büyüme hızına ulaşabilecekken, üstelik bunu gerçekleştirirken potansiyel büyüme hızımızı yükseltmeye yarayacak ilk ve önemli adımları da atmış olacakken, böyle yapmadık. 2001 krizinden bu yana önemli ölçüde azalmasına karşın hala önemli risklerimiz var. Bu koşullar altında tasarlanacak bir ekonomi politikasının ilk yanıtlaması gereken soru, tüketici ve yatırımcı güveninin nasıl artırılacağı olmalıdır. Hem mevcut risklerimiz, hem dış koşullar dikkate alındığında, güven sağlayıcı bir ekonomi politikası tasarımının ortada olduğunu düşünmüyorum. Hoş bu tür bir program ortada olsaydı bile önemli bir inandırıcılık sorunu ile karşı karşıya kalacaktı. Yakın geçmiş hep ayak bağı olacaktı çünkü. Ayak bağından kasıt şu: 2007 başından beri ekonomik alanda verdiğimiz paralize olmuş görüntüsü. Ya da bu görüntüden çıkma çabalarına eşlik eden zamansız ve neyin amaçlandığının pek de anlatılamadığı bazı ekonomi politikası kararları. Güncel bir örnek: İki bakanımız çıkıp yeni 'mali çerçeveyi' açıkladılar. Açıklama sırasında enflasyon hedefi yüzde 4'tü. Bir ay sonra enflasyon hedefleri değiştirildi. Bu durumda orta dönemli mali çerçeve (vergi gelirleri tahminleri, harcama planları, faiz tahminleri, nominal milli gelir, bunlardan yola çıkılarak hesaplanan bütçe açıkları ve borç rakamları) hangi enflasyon hedefine göre oluşturuldu? Daha uzun süreli faiz artırımı mı? Peki, değişen enflasyon hedefleri Merkez Bankası'nın (MB) faiz politikası açısından ne ima ediyor? Bu soruyu yanıtlamanın bir yolu nisan ayının sonunda çıkan yılın ikinci enflasyon raporundaki tahminlerle yeni hedefleri karşılaştırmaktan geçiyor. Raporda enflasyona ilişkin tahminler MB'nin temel senaryosu altında şöyle veriliyordu: 2009'da enflasyonun yüzde 4.9 ile 8.5 arasında gerçekleşeceği öngörülüyordu. Orta nokta olarak yüzde 6.7 vurgulanıyordu. Bu tahmin, MB'nin raporunda yer alan şekliyle ifade edersem, "kısa vadeli faizlerin yıl ortalarına kadar kademeli ve ölçülü bir şekilde artırıldığı ve sonrasında 2008 yılının kalan dönemi boyunca sabit tutulduğu bir senaryoya" dayandırılıyordu. MB iki de alternatif senaryo oluşturmuştu. Kötümserinde 2009 tahmini yüzde 8.1'di. Yine MB'nin sözlerini kullanırsam; "bu senaryoya göre yapılan projeksiyonlar, kısa vadeli faizlerin 2008 yılının sonuna kadar kademeli olarak artırıldığı varsayımı altında" elde edilmişti. 2009 için enflasyon hedefi yüzde 7.5 olarak açıklandı. Bu hedef, raporda verilen ve temel senaryodan elde edilen tahminin orta noktasının oldukça üzerinde. Üstelik kötümser senaryo ile temel senaryo tahminlerinin ortalamasına çok yakın. Bir diğer yukarıya doğru güncelleme de 2010 için tapılmış. 2010 tahmini temel senaryo için yüzde 4.9, kötümser senaryo için yüzde 5.8 idi. Buna karşın 2010 hedefi yüzde 6.5 olarak açıklandı. Yani, nisan sonundaki "kötümser" tahminin de üzerinde yeni enflasyon hedefi. Hedef değişikliğine yol açan 3 haziran tarihli mektubunda şöyle diyor MB: "Bu koşullar altında enflasyon hedeflerinin ... ilerde hedeflerin tekrar yenilenmesi gereğini asgariye indirecek şekilde gözden geçirilmesinin faydalı olacağı düşünülmektedir." 'Tekrar yenilememek' için konulan ihtiyat payı bile dikkate alınsa, hedeflerin daha önce verilen tahminlerde yer alan kötümser düzeylere yaklaşmış olması (şüphesiz mevcut koşullar altında), bizlere bir süre daha faiz artırımının süreceğini ima ediyor. Şüphesiz bu yazdıklarım 'ne olması gerektiği' ile ilgili değil. MB'nin ne söylemeye çalıştığını benim anladığım biçimiyle aktarmaya çalışıyorum. Peki, gerçekten faiz artırımı gerekiyor mu? Enflasyon yükseliyor. İki nedenle: Dışarıdan gelen olumsuzluklar ve hükümetin ekonomi politikasının doğurduğu enflasyonist sonuçlar. İlkine fazla yapabilecek bir şey yok. Oysa ikincisini düzeltmek hükümetin elinde. Hükümetin MB'ye yardımcı olmadığı durumda para politikası çok kötü bir çıkmaza giriyor. MB'nin 'bir şeyler' yapması gerekiyor, ama elinden gelen şeyler bu koşullarda çok da işe yaramayacak gibi duruyor. Ya da yaramaları için aşırı doz kullanılmaları gerekiyor. Bu da bünyede başka büyük tahribatlara yol açma potansiyeli taşıyor. Zor bir iş, zor bir durum...

Tüm yazılarını göster