Yapısal kısıtlarla çözümler geçicidir

Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Taban tabana zıt pek çok görüşün aynı anda ve aynı derecede alıcı bulmasının ve onay görmesinin doğal karşılandığı ülkemizde 2010 yılının hiç de umulduğu gibi rahatlama ya da hızlı iyileşme dönemi olmayacağı konusunda farkındalık ve mutabakat giderek artıyor. Baz etkisi bir yana bırakılırsa büyümede ciddi bir artış ve borçlanma dinamiklerinde düzelme, özellikle OVP'nin ilk yılı olan 2010'da, beklenmediği için yenilenmiş ve aktif bir politika demetine olan ihtiyaç her geçen gün daha fazla hissedilecek. Sanırım IMF ile bu defa 2 yıllık bir süre için Stand-By anlaşması ihtimalinin güçlenmesi de bu ihtiyacın yan ürünlerinden biri. Son aylarda yoğunlaşan iç siyaset ve güvenlik tartışmalarının geriye ittiği ekonomik gündemin yeniden önem kazanmasında ve hızlanan parlamento çalışmalarında hem ekonomik dengeler, hem de yapısal reformlar ile ilgili tedbirlere ağırlık verilmesinde büyük yarar var.

Kaynak Bulmak ve Doğru Kullanmak

Türkiye'nin ne zengin doğal kaynaklara, ne de ihracat odaklı ve yüksek katma değer yaratan rekabetçi üretim yapısına sahip olmadığını, bu nedenle en azından orta vadede mümkün olduğu kadar fazla dış kaynak çekerek sabit sermaye ve teknoloji yatırımlarını arttırmanın başlıca gerçekçi büyüme stratejisi olduğunu daha önce birkaç kez vurgulamıştık. Bu bağlamda sadece kaynak bulmanın yeterli olmadığı, hızlı büyüme sürecine bir türlü devamlılık kazandıramamızın temelinde de buna yeterince dikkat edemeyişimizin bulunduğu hususuna da işaret etmek isterim. Yani sadece çarkları çevirmekle yetinmemek, aynı zamanda kaynakları doğru önceliklere yönlendirmeyi, bilgi ve teknoloji transferini, katma değeri yüksek rekabetçi ürünlerde uzmanlaşmayı da becermek ve yapısal zaaflarımızın üzerine gitmek durumundayız. Aksi takdirde ekonomide gelgitlerle yaşamaktan kurtulamayacak, siyasi ve güvenlik sorunlarımızı görmek için gerekli enerjiyi ve özgüveni de bulamayacağız.

Aslında bu sorun yeni de değildir. Öteden beri işletmelere yönelik vergi ve teşvik politikalarında, odalar ve diğer sivil toplum kuruluşlarının talepleri üzerine ve genellikle el yordamıyla kotarılan ve sadece üretime odaklanıp rekabet gücünü, teknolojiyi ve katma değeri ihmal eden bir yaklaşım sözkonusu olmuştur. Doğrudan dış yatırıma, alışılmış adıyla yabancı sermayeye, haklılığı tartışmalı da olsa, yöneltilen eleştirilerde sıkça yer alan kapasite ve teknoloji transferi konusundaki katkı yetersizliği argümanları da, bu yönlendirici mekanizmaları gereğince kurmadığımız için, dayanaksız kalmaktadır.

Merkez Bankası'nın "İmalat sanayinin ithalat bağımlılığı" konusundaki gürültü koparan araştırmasında da ortaya çıktığı gibi sadece hammadde ve malzemede değil, makina teçhizatta da fiyattan (dövizli maliyetten) çok kalite ve süreklilik nedeniyle ithalat yapıyoruz. Özellikle ara malları, enerji, bilişim gibi alanlardaki ürünler, sadece doğal kaynak kısıtları nedeniyle değil, teknolojik düzey ve ölçek gibi yapısal sorunlarımız nedeniyle dışarıdan alınmak durumunda (Yerli makine sanayiinin imaj ve pazarlama yetersizliğini gidermek için yürüttüğü kampanyayı takdirle karşılamakla birlikte bu sorunun öneminin kur düzeyinden de geride olduğu açık). Altyapı kalitesi, nitelikli işgücü ve Ar - Ge açığı gibi yapısal faktörler ise bütün sektörlerde kısıtlayıcı etki yapıyor.

Geçici Değil Kalıcı Çözüm

Kaldı ki, bilmem farkında mısınız, ekonomik ve mali göstergelerde zaman zaman ortaya çıkan çoğu olumlu gelişmenin arka planında pek de olumlu sayılmayacak zaaflarımız ya da sorunlarımız yatıyor. Sözgelişi son yıllarda korkulu bir darboğaza dönüşen cari açığımız nihayet azalıyor ama yapısal bir dönüşüm olduğu için değil, ekonomi küçüldüğü için. Yine, küresel krizin başlangıcında finans sistemindeki çöküşün dışında kaldık çünkü finans sistemimiz yeterince gelişmiş, finansal ürünler çeşitlenmiş değildi. Aynı şekilde şirketlerimiz karlarını bünyelerinde tutup öz kaynaklarına dayandıkları için krizi atlatabiliyor ve borçlarını ödüyorlar, çünkü sermaye piyasalarımız sığ ve yetersiz. Yani çözdüğümüz sorunlardan ya da savuşturduğumuz belalardan güçlü yapımız, rekabet gücümüz ya da iyi tasarlanmış stratejilerimiz sayesinde kurtulmuyoruz. Olsa olsa potansiyelimizden ve esnekliğimizden söz edebiliriz.

Nitekim, işsizlik sorununu hiç değilse daha fazla derinleştirmeyerek makul bir büyüme oranını yakalamanın hiç de kolay olmayacağı ortaya çıkıyor. Son haftalardaki yazılarımızda kaçınılmaz göründüğünü belirttiğimiz dolaylı vergi artışları yeni yıldan önce başladı. İç talep yetersizliği, ihracat pazarlarındaki daralma ile birlikte büyüme dinamiğinin önünü tıkamışken, bir yandan da bütçe açığını kontrol altında tutmak zorunluluğu hükümetin elini daraltıyor. Tüketimde oluşacak bir azalma beklenen vergi tahsilatını azaltacağı gibi bazı kalemlerde (akaryakıt, sigara, içki) kayıt dışını da arttırabilir. Üstelik dolaylı vergi artışları genel olarak enflasyonist bir etki de yaratacaktır ki kriz sonrasında bu durum gıda ve emtia fiyatlarındaki muhtemel artışla birlikte, bütçe açığı ve borçlanma kadar olumsuz sonuçlar doğuracak, dolayısıyla kaçınılması gereken bir tablo oluşturacaktır.

Kısaca, geçici rahatlamalar ile yetinmek ve sık sık nükseden kriz nöbetleri ile sarsılmak istemiyorsak bir yandan temel yapısal sorunlarımız ile ilgili uzun soluklu stratejik planları daha fazla geciktirmeden uygulamaya koymak, bir yandan da cari işlemler ve bütçe dengeleri ile kamu borcu, kur ve faiz risklerini yönetmeyi sağlayacak orta vadeli mekanizmaları (dış kaynak girişi, IMF desteği vb.) bulmak zorundayız. Başka türlüsü kalıcı çözüm değildir.

Tüm yazılarını göster