Yabancı sendromu ve zihni kilitler

Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Kısa, orta ve uzun vadede pek çok sorunumuz var; beklentileri yüksek bir toplum olarak bu da doğal. Ancak zaman zaman unutmuş göründüğümüz şey, ne dünyadaki değişimin, ne de küresel sistemdeki diğer oyuncuların bizim bu sorunları çözmemizi beklemediği, üstelik kriz sonrası yeniden şekillenme sürecinin üretimi ve sermaye akımlarını etkileyen faktörlerde daha da hızlandıracağı dönüşümle, hazırlıklı ve istim üstünde olmadığımız takdirde, bildiğimiz ve alıştığımız koşullardan tümüyle farklı bir tablo ile karşılaşma ihtimalinin yükselmiş olduğudur.

Sorunlarımızı görüp dünya üzerindeki yerimizi iyileştirmemiz, sadece doğru stratejileri kurgulamamıza değil, artık herkesin hiç değilse lafta mutabık göründüğü yapısal dönüşümü gerçekleştirmemize ve bu arada kurumsal altyapımızı geliştirmemize bağlı. Yapısal faktörlerin ve kurumsal altyapının içeriği tartışılırken genellikle unutulan bir husus, çoğu sorunun kronikleşmesinde ve çözüm sürecinin tıkanmasında önemli payı olan zihniyet kilitlenmesidir.

Zihinlerde nedensiz kilitler

İşin ilginç tarafı, takıntı, sabit fikir ya da önyargı şeklinde ortaya çıkan zihin kilitlerinin enine boyuna düşünülmüş ve test edilmiş bir strateji ya da tespit edilmiş bir ulusal çıkar ile de ilgisi bulunmamasıdır. Hatta aksine bu şablonlar bizi zahmete katlanıp strateji oluşturmaktan ve toplumsal çıkarın nerede olduğunu belirlemek külfetinden kurtarması nedeniyle tercih ediliyor gibidir.

Sık sık okuduğumuz ve anlam vermekte zorlandığımız araştırmalardan biri de geçen hafta basında yer aldı. PEW araştırma kuruluşunun son araştırması Türkler'in hemen hiçbir ülkeyi hatta uluslararası kurumu sevmediğimi ortaya koydu. Ne komşularımızı, ne ABD ve AB  gibi gelişmiş Batı ülkelerini, ne de başta Çin olmak üzere bizim de içinde yer aldığımız yükselen ülkeleri sevmiyormuşuz . Beni en çok şaşırtanı, Birleşmiş Milletler örgütünü de sevmeyişimiz. Böyle bir duygusal kilitlenmeyi nasıl oluşturduğumuz, bundan ne yarar umduğumuz da belli değil.

Benzer bir kilitlenme, yabancı sermaye konusunda yıllardan beri sürüyor. Aslında son yıllarda, krizlerin de etkisiyle, bu konuda uyandığımızı ve zararı bize dokunan bu sendromu aştığımızı, süratle artan dış yatırımlar ile de bunun kanıtlandığını sanıyorduk. Yabancıların, daha doğrusu yabancı şirketlerin gayrimenkul edinmeleri konusundaki mevzuat engelleri, geçtiğimiz yıllarda bu açıdan farklı bir işaret veriyordu ama bunu da istisna bir uygulama olarak nitelemeyi tercih ediyorduk. Ne var ki yapılan hukuk düzenlemelerinin yargıda iptali, yeniden yapılan düzeltici mevzuatın da uygulamada tıkanması sorunun arızi olmadığını, zihniyet bağlamında yapısal bir darboğazın söz konusu olduğunu düşündürüyor.

Yabancı sermayeli Türk şirketlerine gayrimenkul yasağı

Konu, geçtiğimiz yıllarda ve son olarak 18 Mart 2008'de bu köşede işlenmiş, önce Tapu Kanunu'nda 2005 yılında Anayasa Mahkemesi iptal kararı ile ortaya çıkan boşluk, kanunun 35'inci maddesindeki değişiklik ile düzeltilmeye çalışılmış, ancak bu hüküm yabancı gerçek kişiler açısından sorunu çözerken gayrimenkul yatırımlarının sermaye akımı doğuran ve büyük ölçekli girdi talebine yol açan yani katma değeri yüksek (dolayısıyla esas ihtiyaç duyulan) tüzel kişi yatırımlarında sınır çok daraltılmıştı.

Ülkenin ihtiyaçları açısından yerindeliği tartışmalı ve bazı potansiyel yatırımcıları caydırmış da olsa tek başına Tapu Kanunu, en azından stratejik kararı vermiş yatırımcılar için hukuki zemini ortadan kaldırmıyordu. Çünkü en azından Türkiye'de şirket kurarak gayrimenkul edinmek mümkündü, sahibi ya da ortaklarından biri yabancı da olsa Türkiye'de kurulu şirket Türk şirketi statüsünü kazanacaktı. Türk Ticaret Kanunu'nun sistematiğinin doğal sonucu olan bu durum, ayrıca 2003 yılında çıkarılan 4875 sayılı Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu ile "yabancıların Türkiye'de kurduğu ya da iştirak ettiği şirketlerin serbestçe taşınmaz mülkiyeti ve sınırlı ayni hak edinebilecekleri" öngörülerek güvenceye alınmıştı. Anlaşılan, bürokraside ve yargıda doğal olmayan bazı yorumların yapılması kaygısı vardı ve bunun giderilmesi hedefleniyordu.

Anayasa Mahkemesi'nin 12 Mart 2008'de verdiği karar, işte bu "Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu'nun" ilgili maddesini iptal etti ve yürürlük için, yeni bir kanuni düzenlemeye imkan vermek üzere, altı aylık bir süre tespit etti. Bu amaçla Temmuz 2008'de çıkarılan 5782 sayılı Kanun, Tapu Kanunu'nun 35'inci ve 36'ncı maddelerini yeniden düzenlemiş, yabancıların Türkiye'de kurduğu veya iştirak ettiği şirketlerin ana sözleşmelerinde belirlenen faaliyet konularını yürütmek üzere gayrimenkul edinebilmesini hükme bağlamıştır. Ne var ki uygulama esaslarını belli edecek olan yönetmelik 2008'in Kasım ayına kadar çıkarılmadığı için aradaki dönemde, yabancıların azınlık payı sahibi olduğu şirketlerin hiçbiri işlem yapamıyor. Bayındırlık Bakanlığı'nca yayınlanan yönetmeliğin de, yasada yer almayan hatta onunla çelişen hükümler içerdiği, sözgelişi yasada öngörülmediği halde sınırlı ayni hakların da izne bağlandığı, yapılan idari uygulamalarla kısa zamanda su yüzüne çıktı. Halen faaliyette bulunan veya yatırım yapmayı düşünen yabancılar açısından doğan tedirginlik, doğrudan yatırım yapanların sözcüsü durumundaki YASED'i yönetmeliğin iptali için Danıştay'da dava açmak durumunda bıraktı.

Bu arada, yaratılan belirsizlik vahim idari uygulamalara konu olmaya devam ediyor. Yabancı sermayeli bankaların alacak tahsili için nakde çevirmek üzere ipotek kanalı ile gayrimenkul edinmesi, bankanın faaliyet alanında gayrimenkul iktisabı olmadığı için reddediliyor. Üstelik, Bayındırlık Bakanlığı daha önceki bir genelge ile bu amaçla ipotek konulmasına izin vermişken, sonra ipoteğin paraya çevrilmesine cevaz vermeyerek izahı zor bir işlem yapıyor.

Ayağa kurşun

Oysa Türkiye'de ilk 500 şirketin 148'i yabancı sermayeli. Bunların üretimde, katma değerde, ihracatta ve istihdamdaki payları daha da yüksek ve yüzde 30'un üzerinde. Üstelik bu durum, ülkenin yatırım çekme potansiyelinin sadece son birkaç yılda canlandığı koşullar altında ortaya çıkıyor. Gayrimenkul yatırımları da yine potansiyelin çok altında olmakla birlikte yıllık 3 milyar dolarlık bir düzey yakalamışken, geçen yıldan bu yana mevzuat takozuyla duraklamış halde.

Yapmamız gereken krize rağmen gelişmekte olan ülkelere yönelik ilgi devam ederken, dünyadaki sermaye akımlarından payımızı artırarak büyüme trendini sürdürmek. Yaptığımız ise yabancı sermaye sahiplerini ve onlarla ortaklık kurup gücünü arttırmak isteyen Türk ortakları ürkütmek, kimsenin hukukunun güvencede olmadığı izlenimi yaratmak, kısaca ayağımıza kurşun sıkmak!...

Tüm yazılarını göster