Ultra her şey dahil!

Alaattin AKTAŞ EKO ANALİZ ala.aktas@gmail.com

Hafızamızı dünyayı etkileyen felaketler anlamında yokladık, 1986'ya kadar geri gidebildik. Ukrayna'daki (o dönem için Sovyetler Birliği'ndeki) Çernobil Nükleer Santrali'nde meydana gelen patlamayı hepimiz hatırlıyoruz. İster insan unsuru, ister yapım hatası, ister hava muhalefeti; nedeni ne olursa olsun bir nükleer santral patladı işte. Atmosfere, Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombalarının 100'lerce katı radyasyon yayıldı. Olan olmuş, santral patlamıştı. Türkiye olarak bizim hiçbir kusurumuz yoktu tabii ki; ama Türkiye'yi yönetenler, halkı radyasyonun etkilerinden olabildiğince korumalıydı. Ama biz ne yaptık... Dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral kameraların karşısına geçti, radyasyonun çok etkilediği belirtilen Karadeniz çayını yudumlayarak "Gönül rahatlığıyla içebilirsiniz" dedi ve ekledi: "Böyle daha lezzetli oluyor..." Cahit Aral'ın adı bu görüntüden sonra Bekerel Cahit kalmadı mı zaten...


Nükleere küçücük bir ara. Bu yılın ocak ayı; sütte antibiyotiğe rastlandığına ilişkin haberler üzerine Tarım Bakanı Mehdi Eker, Cahit Aral'a özenmişçesine ekranlarda süt içti. Sanki Parlamento Türkiye'nin en güvenilir kurumu, sanki bakanlar ülkenin en güvenilir isimleri gibi..


Yeniden nükleere dönersek... Geçen yıl Japonya'da yaşanan depremin yol açtığı tsunamiye bağlı olarak Fukuşima Nükleer Santrali'nde ortaya çıkan sızıntı hafızalarda hala çok yeni. Japonya, nükleer enerjiyi gözden geçirmeye başladı. Aynı eğilim Avrupa'da da var. Almanya çok sayıda nükleer santralini zaman içinde kapatma kararı aldı.


Biz de bazı kararlar alıyoruz. "Herkes gider Mersin'e, biz gideriz tersine" sözü, bu kez "Biz gideriz Mersin'e" biçimine dönüşüyor; Akkuyu'da nükleer santral kurabilmek için uğraşıyoruz. Neyse ki, bu konuda 30 yıldır uğraşıyor olmamız, nükleer santral kurmanın öyle pek de kolay olmadığını, olamayacağını gösteriyor. Hele hele son dönemde nükleer enerjiye olan karşıtlık böylesine artmışken, dünya yavaş yavaş bu enerjinin yerine yenilenebilir enerji kaynakları arayışını hızlandırmışken...


***
 

Greenpease, "kimyasal maddesiz yemek" adlı bir el kitabı hazırlıyor. Kitapta, kimyasal maddelerle en fazla kirlenen ürünler listesinin başında, Türkiye'de yetiştirilen sofralık üzüm yer alıyor. Greenpease, Türk üzümünde tam 24 kimyasal madde tespit edildiği görüşünde.


Greenpease'in dile getirdiği bir iddia. Üzümde ve diğer ürünlerde bu kadar kimyasal madde yoksa, inandırıcı bir şekilde bunu söylemek ya da bu kimyasalların ileri sürüldüğü gibi zararlı olmadığını açıklamak gerekmez mi? Biz ne yapıyoruz, uluslararası kuruluşların bizim ihracatımızı baltalamak istediğinden giriyor, Türkiye'nin gelişmesini istemediklerinden çıkıyor, özetle Türkiye'ye, Türk insanına karşı düşmanca bir tutum içinde oldukları kararına vararak konuyu bağlıyoruz. İyi de bizim uzmanlarımız da kamuoyuna ulaşabildikleri ölçüde her gün "Organik ürün tüketmeye özen gösterin" demiyor mu, gazetelerde her gün bu tür haberleri okumuyor muyuz? 


***
 

Bireyler olarak kendi kendimizi eleştirebilme olgunluğuna sahip olmayınca, başkalarından, hele hele yabancılardan gelen eleştirilere çok kızıyoruz. Aslında o eleştirileri hem önemsiyoruz, hem de çok canımız sıkılıyor.


İstanbul Sultanbeyli'de bazı sokak çeşmelerine belediye "Su içmek için uygun değildir, içmeyiniz" diye uyarı levhaları asmış. Vatandaş, "Ben yıllardır içiyorum, bir şey olmuyor, üstelik daha lezzetli" diyebiliyor. Bekerel Cahit'i hatırladınız mı? Herkesin aklında komplo senaryoları cirit atıyor; bir vatandaş, uyarı levhalarını su satıcılarının astığını söylüyor.

Örnekleri çoğaltabiliriz...
 

Tepkiyi ölçmek için bir mizansen ayarlayarak sokak kadını kılığında erkeklerle pazarlık eden, ama

AIDS'li olduğunu söyleyen gazeteciye, bize bir şey olmaz diyen Türk erkeği değil mi?
 

Etin kilosu 25-30 lirayken, 10 liraya satılan sucuğu afiyetle yiyen Türk halkı değil mi?
 

Yarım ekmeğin en az 25 kuruş, 100 gram etin en az 2.5 lira olduğu bir dönemde, yarım ekmek dönerin 1.5 liraya satıldığı dönercinin önünde kuyruk olan başkaları mı?
 

Fıstığın kilosu 20 liradan az değilken, 10 liraya sözüm ona fıstıklı baklava alıp afiyetle yiyen kim peki?
 

Ya beş kilo balı 100 liraya buldum diye üstüne atlayanlar; daha da önemlisi beş kilo bal 100 lira olur mu, diye aklı aylar sonra başına gelerek ceza kesenler kim? Arısız bal üretenleri, "Helal olsun bunu da yaptılar" diye takdir edenleri, sözüm ona o balı da sorgusuz sualsiz mideye indirenleri ise hiç sormayın.


Doğru dürüst bir lokantada temiz mütevazı bir yemek ancak 15-20 liraya yenilebilirken, geceliği 50 liraya "ultra her şey dahil" bir tesiste tatil yaptım diye sevinen, ama kahvaltıda peynir yerine ne yediğinden haberi olmayanlar kim?


Bireysel olarak ne yediğimiz bizi ilgilendirir de, ülke olarak ne yemek üzere olduğumuz, hepimizi... Evlerimizde ayna var, arada bakmak gerek! 

Tüm yazılarını göster