Teknolojik gelişim: Learning, "Forgetting", "Un"lear

Murat YÜLEK KÜRESEL BAKIŞ myulek@aya.yale.edu

İktisatçılar teorik literatürde "learning/öğrenme" süreci üzerinde çok dururlar. "Öğrenmeyi" (ya da daha doğru deyimiyle "Yaparak Öğrenme") kısaca, aynı sınai üretim biriminde birikimli olarak toplam üretim arttıkça birim üretim maliyetlerinin düşmesi olarak tanımlayabiliriz. Bu süreç sadece sıradan sanayi dallarında değil otomobil ya da uçak gibi daha karmaşık endüstrilerde de gözlemlenmiştir.

Buna karşılık "öğrendiğini unutma,"  (forgetting) "bilinçli unutma" (un-learning) üzerinde pek durulmaz. Daha doğrusu bu kavramlar iktisat literatüre henüz girmemiştir.  Oysa hem uzun hem de yakın iktisat tarihinde bunlar çok karşılalılan durumlardır. Dahası Türkiye'yi de yakından ilgilendirirler ve bu süreçlerin pek lehimizde geliştiğini söylemek pek kolay değildir.

Nisbeten uzun dönemli tecrübemize bakalım. Osmanlı İmparatorluğu'nun Fatih Sultan Mehmet döneminde dünyanın en büyük toplarını döktürebilen teknolojiye sahip olduğunu ve o teknolojiyi idare edebilecek idari yapıyı geliştirmiş olduğunu biliyoruz. O dönemde döküm teknolojisinin bilinen en sofistike teknolojik alanların başında geldiğini söylemek mümkündür. Fatih Sultan Mehmet zamanında başarılı bir teknoloji transferi sürecinin de gerçekleştirildiğinin de yürütüldüğünü biliyoruz. Aynı devlet yapısı, teknolojinin fiziksel ve idari alanlarında en uç noktada olduğu 15. yüzyıldan 20. yüzyılın başına gelindiğinde bu özelliklerini kaybettiğini görüyoruz. Yani, devlet (ya da şirket) yapıları, yeteneklerini kaybedebiliyorlar. Bu tecrübeye unutma" adını koyabiliriz.

Ya unutturulma ya da bilinçli unutma? Cumhuriyet döneminden örnek verelim. Cumhuriyet döneminin başlarında Türkiye'de uçak imalatının yapıldığını biliyoruz. Sonrasında Türkiye'nin bu teknolojik alanının dışına çıktığını ya da çıkartıldığını da. Eğer bu çıkış olmasaydı, Türkiye 2010 yılına gelindiğinde  uçak sanayinde "öğrenme eğrisi üzerinde"  epey ilerlemiş olabilirdi. Öyle olmadı. Buna da "un-learning" yani bilinçli unut(turul)ma diyebiliriz. Bunda kendimizi de dış güçleri de suçlayabiliriz ancak önemli olan sonuçtur.

Türkiye ile Kore'nin çeşitli endüstriyel alanlardaki tarihsel karşılaştırılması Türkiye'nin yaşadığı bilinçli unutma sürecini rahatça ortaya koyar. Başlangıç noktası olarak Türkiye Kore'ye göre bir çok açıdan çok daha şanslıdır.  Ancak bugün gelinen nokta, Kore'nin otomobilden LCD ekrana  kadar bir çok alanda kendi marka ve teknoloji geliştirme kapasitesine sahip olduğu, buna karşılık Türkiye'nin her ikisinde de oldukça geride kaldığıdır. İşte bazı örnekler:

· Otomobili ele alalım. Türkiye, 1960'da Devrim otomobili insiyatifini aldığından bu yana kendisine ait bir otomobil markası, uluslararası dağıtım ağı ve oturmuş ve rekabetçi bir Ar-Ge  kapasitesi yoktur. Kore'nin durumunu ise biliyorsunuz.

· Bugünkü adı TÜLOMSAŞ olan Eskişehirdeki "Cer Atölyeleri" 1894'de Berlin Bağdat demiryolu inşaatleri sırasında lokomotif ve vagon tamir atölyesi olarak Almanlar tarafından kurulmuştur. Fabrika'da 1958'de ilk Türk tasarımı olan buharlı lokomotif (Karakurt) imal edilmiştir. O dönemde Kore'deki ROTEM daha kurulmamıştır.  2010 yılına gelindiğinde ise ROTEM Kanada'dan Brezilya'ya araç satan hatırı sayılır bir küresel oyuncu haline geldi. Bugün TÜLOMSAŞ aradaki farkı kapatmaya çalışıyor ancak işi zor.

· Uçak sanayinde de benzer durum söz konusudur. Kore Havacılık Sanayi şirketi kendisinden önce kurulan TUSAŞ'dan ürün geliştirme ve  Ar-GE kapasitesi konusunda daha ileridedir. Offset'i aşmış kendisine ait tasarım ve ihracat yapmayı başarmıştır. Daha önemlisi, Kore hükümetinin, tasarım ve geliştirme kapasitesinin yükseltilmesini amaçlayan bütüncül politika çerçevesiyle desteklenmektedir.

Özet olarak, Türkiye Cumhuriyeti, sanayileşme nosyonu ve politikası açısından başarılı değildir. Türkiye insanının müteşebbisliği, "çılgınlığı" dinamizmi sayesinde bir ölçüde sanayileşmiştir.  Ancak sanayileşme sürecimiz plansız ve hedefsiz olmuş ve daha çok "para kazandırmayan" alanlara yönelmiştir. Sanayileşmenin, üzerinde uzlaşılamamış bir konu olması da bunda rol oynamıştır; 1970'li yıllarda bazı siyasi partilerimiz diğerlerinin attığı fabrika temellerini söküp meclise getirmiştir. Dahası, sanaylieşme politikası olmadığı için daha sofistike bir alan olan "sanayi" politikası hemen hemen hiç tartışılmamış ve dolayısıyla yürütülememiştir. Durumu zorlaştıran nokta "sıradan" sanayileşmenin (bir başka deyişle "makineleşmenin") artık hiç para kazandırmamasıdır. Zira dünyanın hemen hemen tüm ülkeleri makineleşme için gerekli finansmana rahatlıkla ulaşabilmektedir. Sanayileşme artık makineleşme demek değildir...

Sanayileşeceğine makineleşmenin pratik sonucu:  Türkiye teknolojinin üreticisi değil tüketicisi olmuştur. "Makineleşen" Türkiye, son 15 senede, asgari ücretle işçi çalıştırdığı tekstil sektöründen kazandığı ihracat gelirlerinin 20 milyar dolarlık kısmını İsveç, Finlandiya, Güney Kore ve ABD'deki üç-dört yabancı cep telefonu üreticisine geri vermiştir. Oysa "sanayileşen" Güney Kore, cep telefonu (ya da LCD televizyon ekranı) fırsatına en başta "uyananamış" olsa da. Derin tasarım ve geliştirme kapasitesini yoğunlaştırarak kısa zamanda sektörde önemli bir küresel oyuncu haline gelebilmiştir.

Konuya önümüzdeki haftalarda devam edeceğim.

Tüm yazılarını göster