TCMB'nin son döviz alım ihalesi kararı ve ihracatçılara naçizane ta

Fatih ÖZATAY EKONOMİDE UFUK TURU dunyaweb@dunya.com

Şu satırlar Merkez Bankası'nın 10 aralık 2009 tarihinde yayınladığı '2010 yılında para ve kur politikası' adlı yayınının on beşinci sayfasından alınma: "Ağustos 2009 başında küresel ekonomiye ilişkin olumlu beklentilerin etkisiyle likidite ve risk iştahının tekrar güçlendiği, … ülkemize yönelik sermaye akımlarını artırdığı …, bu sürecin Merkez Bankası'nın döviz rezervlerini kuvvetlendirmesi için uygun bir ortam oluşturduğu değerlendirilerek döviz alım ihalelerine 4 ağustos 2009 tarihinden itibaren tekrar başlanmıştır."

Alıntıdaki 'ülkemize yönelik sermaye akımlarını' artırdığı saptamasının altını çizmek gerekiyor. O duyuruda belirtilen rakam, yarısı ihaleden, yarısı da opsiyon hakkından olmak üzere en çok günlük 60 milyon dolardı. Merkez Bankası dün yaptığı açıklamayla bu tutarı 80 milyon dolara yükseltti; yarısı yine ihaleden, yarısı da opsiyon hakkından.

Merkez Bankası, günlük alım miktarını artırabileceğini 2009 sonundaki duyuruda açıklamıştı. Yine aynı sayfadan alıntı yapayım: "…döviz arz ve talep koşulları yakından takip edilerek, öngörülenin dışında gelişmeler olması durumunda günlük ihale ve/veya opsiyon tutarlarında önceden duyurularak her iki yönde de değişiklik yapılabileceği gibi, gerek duyulursa ihalelere kısa ya da uzun süreli olarak ara verilebilecektir." Dolayısıyla, dün açıklanan artış kararı 2009 sonunda yapılan duyuruya uygun.

Yeri gelmişken bu döviz alım ihalelerinin nasıl başladığını da 'tarihe not düşmek' adına anlatayım. 2002 başında yayınlanan duyuruyla Merkez Bankası o yıl uygulayacağı para ve kur politikasını kamuoyuna açıkladı. Yürürlükte olan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı'nın aksatılmadan yürütülmesi koşuluyla Türkiye'ye yönelik risk algılamasının düşeceğinin altını çizdi. Bu durumda döviz likiditesinin artacağını söyledi.

Duyuruya göre, uygulanmakta olan döviz kuru rejiminin dalgalı kur rejimi olmasına karşın, Türkiye'nin döviz rezervlerinin düzeyinin artırılması gerekiyordu. Duyuruda bu gerekliliğin arkasında üç neden olduğu belirtildi: Birincisi, Türkiye'nin IMF'den aldığı krediyi geri ödemesi gerekiyordu. İkincisi, yabancı yatırımcılar rezervlerin düzeyine önem veriyorlardı. Üçüncüsü, o dönemde Merkez Bankası yurtdışında çalışan vatandaşlarımıza döviz cinsinden olan mevduat borcunu zamanla tasfiye etmek istiyordu. Bu üç nedenle döviz rezervlerini artırmak istediğini açıkladı kamuoyuna.

Ama dalgalı kur rejiminin işleyişini aksatmadan bu iş nasıl yapılacaktı? Bunun yolu, kuralları önceden açıklanmış şeffaf döviz alım ihaleleriydi. Nisan 2002'de başlayan ilk döviz alım ihalelerinden önce, farklı ülke deneyimlerine bakıldı. 1994-95 krizinden sonra benzer bir süreçten geçmiş ve başarılı bir uygulama sergilemiş olan Meksika Merkez Bankası ile görüşmeler yapmak üzere Meksika'ya gidildi.

Bu satırların yazarı o heyetin başkanıydı. O görüşmeler gerçekten çok yararlı oldu. Türkiye'ye dönüldüğünde farklı bir ihale sistemi tasarladık; ama Meksika deneyiminden de çok yararlandık. Bu arada Meksika'nın geçtiği süreci merak edenler Meksika Merkez Bankası'nın internet sayfasına girip 'döviz piyasası' seçeneğini tıklayabilirler.

Bu öyküyü anlatmamın temel nedeni şu: Merkez Bankası, bizde uygulanan güçlü ekonomik programın benzerlerinin daha önce uygulandığı ülkelere sermaye girişlerinin yoğunlaştığını saptamıştı. Bozuk ekonomilerde sadece yüksek faize gelen kısa vadeli sermaye, böyle güçlü programlara sahip ülkelerde giderek yerini uzun vadeli sermayeye bırakıyordu. Bu fırsat döviz rezervlerini artırmak için kullanılabilir miydi? Temel soru buydu.

Ortada ihracatçı baskısı falan yoktu. Temel amaç, döviz kurunu şu ya da bu düzeyde tutmak değil, rezervleri artırmaktı. Döviz alım ihalelerini bu çerçevede yorumlamak gerekiyor. Elbette ihalede alınacak tutarların artırılmasının sembolik bir sinyal etkisi var. Çok, ama çok az da olsa döviz kurunda aşağıya doğru gidişatı törpüleyici bir etkiden de söz edilebilir.

Bu çerçevede bakıldığında, TİM'in döviz alım miktarı bu değil de şu olsun demesinin bir anlamı yok. Daha önce bu köşede birden fazla kez yazdım: Evet, paramız değerli. Evet, bu ihracatımız açısından olumsuz bir gelişme. Ama tek başına Merkez Bankası'nın yapabilecekleri sınırlı.

Merkez Bankası'nda görevde olduğum dönemde (2001 mayıs - 2006 nisan) özünde şöyle düşünüyorduk: Mali disiplin, parasal disiplin ve yapısal reformlar aksatılmadan sürdürüldükçe, paramızın değerlenmesi kaçınılmaz. Üstelik 2004'ten itibaren bir olumlu faktör daha devreye girmişti: AB üyelik süreci rayına oturmuştu. Bu ortamda, enflasyon da düşüş sürecinde olacağından, mümkün oldukça hızlı faiz indirimi yapılabilirdi. Ek olarak döviz alım ihaleleri devam etmeliydi.

Ama ne yazık ki, yapısal reformlarda bazı dönemlerde önemli aksamalar oldu. Dahası, mali disiplinin hangi yollarla sağlandığı bir türlü gündeme tam gelmedi. Bu çerçevede, önemli mal ve hizmetlerin fiyatlarını artırmak pahasına yapılmak zorunda kalınan vergi ayarlamaları enflasyondaki düşüş sürecini zaman zaman aksattı. Böyle dönemlerde, dolayısıyla arzulanan hızla faizler indirilemedi.

Arayışlar sürdü: 2004 sonuna gelindiğinde enflasyon hedeflemesi rejiminde bir değişiklik olabilir mi sorusu gündeme geldi. Bu konuda dünyanın önde gelen uzmanları (MIT ve Harvard'dan öğretim üyeleri) ile Harvard Üniversitesi'nde iki saati aşan bir beyin jimnastiği yapıldı. Yaklaşık on kişinin olduğu ve 2005'in nisan ayında yapılan o toplantıda ben de vardım. Önceden tartışmak üzere yolladığımız üç konudan biri de, liradaki değerlenme problemine enflasyon hedeflemesi rejimi çerçevesinde yapılabileceklerin neler olduğuydu. Yine bu köşede okuduğunuz, 'enflasyon hedeflemesi rejimi uygulamasını reel kurdaki hareketleri de dikkate alacak şekilde revize etmek' önerisinin ilham kaynağı o toplantıdır.         

Kıssadan hisse şu: İhracatçılar döviz alım ihalelerindeki miktarla uğraşmaktan vazgeçsinler. Merkez Bankası'na yaptıkları baskının artık bıktırıcı bir hale geldiğini de anlasınlar. Bunlar çıkmaz sokak. Eğer bir iyilik yapmak istiyorlarsa yapabilecekleri var. Şunlar:

Birincisi, orta vadeli mali kural tasarısının denetim ve şeffaflık açısından güçlendirilerek yasalaşması için baskı yapsınlar. İkincisi, mali disiplinde dizginler her kaçtığında yürürlüğe giren kamunun ürettiği mal ve hizmetlerin fiyatlarını artırıcı uygulamalara kamuoyu önünde yüksek sesle karşı çıksınlar. Üçüncüsü, kısa vadeli sermaye hareketlerini kısıtlayıcı uygulamaları incelesinler. Bu açıdan başka ülkelerle işbirliği olanaklarını araştırsınlar. G-20 platformu mesela kullanılabilir mi? Tüm bu üç madde için Hükümetle konuşabilirler başlangıç olarak.

Dördüncüsü, enflasyon hedeflemesi rejiminde ne tür değişiklikler yapılabileceği üzerinde uluslararası uzmanlardan yardım isteyebilirler. İstenilen yönde sonuç çıkaracak 'uzmanlardan' değil de dünyanın önde gelen uzmanlarından söz ediyorum elbette. Beşincisi, döviz alım ihalelerinde alınabilecek döviz miktarının üst sınırı olduğunu bilsinler. O miktarda yapılacak hatayı bu ülkenin vatandaşlarının hepsi ödeyecek. Ülkemizde sadece ihracatçıların yaşamadığını unutmasınlar. Altıncısı -ki soruna 'derinden' çözüm getirme potansiyeli var bu önerinin, yurtdışında gelen dövize olan bağımlılığımızı azaltmak üzere Türkiye'nin yetersiz tasarruf oranını artırmak için neler yapılabileceği üzerine sağlıklı bir tartışma zemini oluşturabilirler. İşe kamunun vergi gelirlerini artırmak üzere kayıt dışı ekonomiyle nasıl mücadele edilmesi gerektiği sorusuna yanıt arayarak başlayabilirler mesela.

Tüm yazılarını göster