Sovyetler Birliği sonrası dünyada Türkiye: Muhafız Alayının Hermenötiği

Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ debrovian@gmail.com

Devletin "Hegelci bekçileri" tam da 1991 sonrasında Türkiye'yi tarihi bir perspektifle nasıl görüyor olabilirlerdi? Belki de şöyle: Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusya'sı birbirlerine çok benzerler. "Mukayeseli tarih" diye bir şey varsa mukayeseye en uygun devletler bunlardır. İkisi de Batı'nın periferisindedir ve bu konumun bütün sonuçlarını yaşamışlardır. İkisi de çok uluslu imparatorluklardır, ikisi de Batı-Doğu çelişkisini hissetmişlerdir, ikisi de yoğun şekilde Batı'dan dış borç almışlardır. Dağılmamak için gerekli olan ideolojik yapıştırıcı Rusya'da -geçici olarak-1917'de bulunurken Osmanlı'da bulunamamıştır. En önemli fark -ve bu fark 1917'yi yarattı- Rusya'nın modernleşmesinin daha derine gitmiş olmasıdır. Çariçe Katerina'nın büyük matematikçi Euler'i Saint-Petersburg'a çağırmış olması bir sembol olarak görülebilir. Benzer şekilde, Batı'dan alınan borç Rusya'da sanayi yatırımlarında da kullanıldığı ve konsantrasyonu yüksek bir işçi sınıfının oluşumuna yardımcı olduğu halde -Ekim Devrimi öncesi 40.000 işçinin çalıştığı Putilov fabrikası gibi- Osmanlı'da ağırlıklı olarak cari harcamalarda kullanılıp boşa gitmiştir. Osmanlı'nın ciddi bir işçi sınıfı oluşamadan dağılmasının sonucu olarak Kurtuluş Savaşı'na içsel bir sosyalist ideolojiden veya evrensellik iddia edilebilecek bir ideolojik çerçeveden bahsedilemez. Kemalist çıkış milliyetçi ve lokaldir.

Ayrıca iki eski imparatorluktan doğan devletlerin kaderleri de birbirleriyle olaylar örgüsü içinde bağlantılı olmuştur. Evrensel planda bakıldığı zaman Çanakkale'de İngiltere'yi geciktirmiş olmamızın en önemli sonucu Ekim Devrimi'dir. İngiltere'nin müttefiki Rusya'ya ulaşamaması bu ülkenin iç dinamiklerinin savaşla üst belirlenerek sonuna kadar gidebilmesi neticesini doğurmuştur. Ayrıca, Kurtuluş Savaşı Sovyetlere kısa vadeli fakat önemli bir rahatlama sağlamış ve karşılığında Ankara çok kritik bir askeri yardım alabilmiştir. Daha da önemli olan ise şudur: Ekim Devrimi Ankara'nın Osmanlı'nın Rusya politikasını devralabilmesinin koşullarını yaratmıştır. Ankara Sovyetlerin varlığı sayesinde Batı'yı nötralize edebilmiştir. Sovyetler Birliği için "emperyalistlerin gururunu kıran" (Lenin) bir önderlik -sosyalist olmasa da- uygun düşerken, Batı için de bolşevizme kaymayacağının işaretlerini veren bir Ankara mutlak düşman olmaktan çıkmıştır. Kurtuluş Savaşı bu dengeye oturduğu için sonunda bir Türk-Yunan çatışmasına indirgenebildi ve yerelleşti. Sovyetlerin yanı sıra Batı'dan da silah alınabilmesi ve sonunda İngiltere'nin Yunanistan'ın arkasından çekilebilmesi böyle mümkün olabildi. İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye'nin "bekçi güç" tarafından "evrensel tarihin" dışında tutulabilmesi ise Ankara'nın Batı ile ilişkisini Sovyetler Birliği'nin Doğu Avrupa'yı kontrol ederek hakim bir dengeye oturmuş görünmesi olgusuna dayalı olarak kurabilmesi yüzünden olanaklı olabildi.

Dengeler Gorbaçov'la aniden değişiverdi. Türkiye sorunlarını tartışıp tartışmaması gerektiğini tartışırken Sovyetler Birliği pencereleri ardına kadar açtı.  Ancak, gecikmiş reformlar işe yaramıyor: 1960-65 arasında tartışılan ve yarım kalan herşeyi yeniden gündeme getirmenin sonucu olarak Sovyetler Birliği beklenenden yirmi yıl erken dağıldı. Bu olay "sosyalizm bitti" türünden bir rahatlamaya ve özgüven artışına yol açtıysa da, aslında "raison d'état" çevresini derin kuşkulara boğmuş olabilir. Tarihleri bu derece iç içe olan iki imparatorluk varisi "yeni" devletten birisi kapsamlı bir reform deniyor ve dağılıyor. Yoksa geniş bir idari reform ve "devlet olma zihniyetinin" değişmesi Türkiye'yi de zor zamanlardan mı geçirecekti? Koskoca Sovyetler Birliği'ni teslim alan Batı -o Osmanlıyı bitiren kahredici güç ve uygarlık- yine tüm haşmeti ile sahnede değil miydi? Ve dünya 1917 öncesi ile ciddi benzerlikler göstermiyor muydu? Reform ve demokrasi derken Türkiye'nin kontrolü elden kaçamaz mıydı? Ciddiye alınır bir stratejin böyle düşünmesi şaşırtıcı mı? Gerçi Türkiye Sovyetler Birliği gibi bir federasyon değildi ama ayrılıkçı bir örgüt/talep de yok değildi. Batı'nın bir parçası olunamayacak ise Avrupa'ya -hatta Amerika'ya- güvenilebilir miydi? Ve Batı çekmiyorsa itecekti artık: yörüngede gezinme dönemi bitiyordu. Üstelik dünyanın hali belirsizdi: 1991 ocak ayında başlayan Amerikan interregnumu nerede -muhtemelen başladığı yer olan Irak'ta- ve ne zaman -muhtemelen 21. Asırda- bitecekti? Ve yerine Pax Americana geçebilecek miydi?    

Gümrük Birliği önemliydi çünkü 1996 Türkiye'nin global "kavşak değiştirme" noktası olabilirdi ve tren kaçarsa bir daha geçmeyebilirdi. Böyle düşünülmüş olması muhtemel. Aslında, tarihin perdesi sanki uzunca bir süre için iniyordu. 2020 yılına kadar bütün Avrupa -belki de 25-30 üyeli gevşek bir yapı halinde- bütünleşecekti. Türkiye'nin AB'nin dışında kaldığı takdirde gidebileceği herhangi bir kararlı denge yoktu. Batı'lı olmanın "normalleşme" anlamına gelmesi ve Türk Aydınlanması'nın batılılık dışında hiç bir içeriğinin olmayacağı tespitleri bir yana, Batı'ya karşı tek sigortanın "içeride" olmak olduğu da doğru değil miydi? Gerçi burada da şöyle bir problem vardı: Ankara -Batı henüz Türkiye'yi dıştalamadığına dair sinyaller verirken- bir "aşırı tarih bilinci" sendromu sergilerse muhtemelen korkulan olacak ve Türkiye Batı'dan bizzat Ankara'nın kendi beklentilerini kendisi gerçekleştiren politikaları yüzünden kopma noktasına gelebilecekti. Üstelik kaybedilecek olan -olduğu kadarıyla- iki yüzyıllık Türk Aydınlanması ve kaybedecek olanlar da bu ülkenin evrensel normlara uygun insanları olacaktı. Acaba gerçekten de Türkiye'ye anti-Amerikancı olmayan -ama Türkiye'yi tamamen Avrupa'dan dıştalayan- bir "ılımlı İslam" projesi tek kalıcı denge modeli olarak empoze edilmek istenebilir miydi? Her şey mümkün görünmüş olabilir çünkü bir türlü şu soruya cevap verilemiyordu: Batı aslında çekiyor muydu, itiyor muydu? Gerçekten de Batı acaba çekiyor mu, yoksa itiyor mu?

Tüm yazılarını göster