Sistemin sosyal temelleri de sancılı

Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Umut veren ya da kaygı yaratan yönleriyle dünyada ve Türkiye'de hızlanan değişimi izlemeye çalışırken, doğal olarak genellikle işi ekonomik pencereden ele alıyoruz. Oysa ekonomi denen şeyin merkezinde esas itibariyle insanlar ve onların davranışları ile beklentileri yer aldığına göre, arada bir gelişmelerin sosyal izdüşümüne de bakmak gerek. Neyse ki Arap Baharı'ndan Wall Street protestosuna kadar bir dizi olay ardarda patlak verdi de sosyal değişim, kendiliğinden gündemin bir parçası oldu. Bizde muhtemelen ekonomik performans ve refah yönünden varılan nokta özlemlerimize oranla hala mütevazi bir yerde olduğundan dolayı böyle bir toplumsal tepki görülmüyor ama en azından geleceğe hazırlık bağlamında yakından ilgilenmemizde yarar var. Üstelik insan kaynağı, bu köşede sık sık değindiğimiz gibi, verimlilik ve katma değer gibi kilit ekonomik gelişme göstergeleri ile zihniyet ve kültürel altyapı gibi kritik sosyal gelişme göstergeleri açısından bizim için en hayati üretim faktörü niteliğindeyken...

Orta sınıf saf değiştiriyor

Aslında gelişmelerin özü, yakın geçmişe kadar, Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" kitabında belirttiği gibi, bütün dünyayı ortak değerler çerçevesinde birleştirdiğine inanılan liberal demokrasi ve serbest piyasa düzeninin, son kriz ile birlikte sadece ekonomik yönden değil, sosyal yönden de sürdürülebilirliğinin sorgulanması ve tartışılmaya başlanmasıdır. Ayrıca ilginçtir ki bu defa sistemin yarattığı sonuçlara karşı isyan, sadece yoksullardan değil eğitimli orta sınıftan yükselmektedir. Özellikle gelişmiş ülke yönetimlerini süratle radikal politika ve program değişiklikleri üzerinde çalışmaya zorlayan da bu olgudur.

Orta sınıfın daha önce olduğunun aksine, zenginlere değil de yoksullara yakınlaşması anlamına gelen bu çarpıcı saf değişikliği, ekonomik sistemin ve onun türevi olarak belirlenen politika ve kuralların son otuz yılda gelir eşitsizliğini çok keskin biçimde arttırmış olmasıdır. ABD'nde pek çok yazar ve akademisyenin, son olarak da 24 Kasım'da New York Times'da ünlü iktisatçı Paul Krugman'ın "Yüzde 99 ile Yüzde 1'in çelişkisi" olarak nitelendirdiği bu gelişme, son 30-35 yıldaki istatistiklerle destekleniyor. Gerçekten geçenlerde Rüştü Bozkurt'un DÜNYA'da yayınlanan yazı dizisinde de yer aldığı gibi 1974'de ABD'nin en zengin yüzde 1'i toplam milli gelirin yüzde 8'ini alırken, 2008'de yüzde 18'ini kazanır duruma gelmiş. ABD Kongresi Bütçe Ofisi'nin raporları ise daha vahim bir durumun altını çiziyor: 1979 ile 2005 arasında orta gelir grubunun vergi sonrası geliri yüzde 21 artarken, yüzde 1'in kaymak tabakasını teşkil eden nüfusun binde 1'inin vergi sonrası geliri yüzde 400 artmış.

Vergi ayrıcalıkları sorgulanıyor

Sorun sadece gelir ve birikimli olarak refah eşitsizliğinin artmasında değil,  bunun geçerli bir gerekçesinin olmamasında ve ayrıca bu grubun topluma yeterli katkıyı yapmadığı kanaatinin yaygınlaşmasında. Bu açıdan iki önemli inancın yanlışlığı öne sürülüyor.

Birincisi yüzde 99 hatta binde 999'un hızla gerilemesinin gösterdiği gibi, öteden beri gelir eşitsizliğinin meşru nedeni olarak kabul edilen eğitimin fazla kazanca yol açtığı savı geçerli değil. Zenginlik eğitimlilerin değil, çok küçük bir azınlığın elinde toplanıyor. İkincisi, eşitsizliği pekiştiren ve özellikle sermaye kazançlarını vergi istisnalarından yararlandıran vergi sisteminin dayandığı varsayımlar yanlış. Bu istisnalar, zengin kesimin istihdam ve yenilikçilik yoluyla topluma fazla katkı yapacakları düşüncesiyle konulmuştu. Oysa serbest piyasa ekonomisinde herkes katkısı kadar kazanacaksa ayrıcalıklı vergi rejimine ihtiyaç yoktur. Üstelik aşırı kazanan kesimin ancak çok küçük bir bölümü (Steve Jobs veya Bill Gates gibi) topluma kazancından fazla katkı yapar. Çoğunluk, katkılarıyla ilişkisi olmayan yüksek gelir elde eden finans ve reel kesim üst yöneticileri. Hatta başarısızlıkları nedeniyle kovulanlar dahi astronomik paylar alıyor.

Yüksek geliri toplum refahına katkı ile değil alınan risk ile açıklamak da inandırıcı bulunmuyor. Çünkü riskin bedelini bu kararları alanlardan çok saf yatırımcıların ve vergi mükelleflerinin ödediği savunuluyor.

İnsana yatırımda neredeyiz?

Bütün yaygın inançların sarsıldığı, varsayımların sorgulandığı bir dönemde yaşıyoruz. Küreselleşmenin anlamından enflasyona, sermaye piyasalarından maliye politikaları ve vergi sistemlerine kadar bütün sistem yeniden tartışılıp şekilleniyor.

Küçük de olsa sağlıklı bankacılık sistemi ve mali disiplin ile savuşturacağımızı sandığımız küresel krizden nasıl etkilendiysek, devam eden sancılı denge ve sistem arayışından da etkilenmemiz kaçınılmaz. O nedenle temel gündemin sürdürülebilir büyüme için yapısal dönüşüm olduğunu, bunun zihinsel ve kültürel altyapıda da bir atılım gerektirdiğini, aksi taktirde enflasyon, borçlanma ya da devalüasyon gibi değişik şekillerde krizleri önlemenin güçleşeceğini söyleyip duruyoruz.

Peki, biz insanın temel zenginlik kaynağı olduğunun artık anlaşıldığı bir tarihsel aşamada, ilk bakışta bize büyük karşılaştırmalı avantaj sağlayan bu durumu bir rekabet üstünlüğüne dönüştürmek için insan kaynağına yeterince yatırım yapıyor muyuz?

Tüm yazılarını göster