Shaktar Donetsk ya da son kupanın kralı!

Tuğrul AKŞAR EKO-SPOR taksar@gmail.com

20 Mayıs Çarşamba günü Avrupa'nın 2 no'lu kupası, Şükrü Saraçoğlu Stadı'nda  oynanan maçla sahibini buldu.  Lucescu'nun Shaktar Donetsk'i, Thomas Schaaf'ın Werder Bremen'ini  son UEFA Kupası'nda 2-1 yenerek mutlu sona ulaştı. Futbol profesörü Lucescu'nun Shaktar'a yansıttığı taktik ve teknik üstünlük kupayı "kömür işçileri"ne getirirken;  Bremen Mızıkacıları ne yazık ki, memleketlerine elleri boş dönmek zorunda kaldı.

Bu haftaki yazımızda, Avrupa üzerine bir güneş gibi doğan Shaktar Donetsk'in Lucescu ile yükselişini anlatacağız…

 Lucescu: Bir başka dünyanın entelektüeli!

Futbol ile entelektüel kavramları birbirleriyle ne kadar örtüşür bilemiyorum ama bu iki kavramı bir potada eritip, işin felsefi boyutunu yeşil sahalara, büyük bir ağırbaşlılık ve sükunetle taşıyan bir insan, "sıradan birisi olmamalı" diye düşünüyorum.  Bu tavır ve davranışı, korkaklık hamuruyla yoğurup, pısırıklıkla özdeşleştirmeye çalışan sığ ve sıradan bir anlayışın, ne yazık ki bazı zamanlar medyada kendisine payanda bulması, düşünsel vicdanı sızlatıyor çoğu zaman.

Bunları neden mi yazıyorum? Son UEFA Kupası'nı Shaktar Donetsk'e kazandıran Mircea Lucescu'yu Galatasaray'dan ve Beşiktaş'tan kovarken neler yapmadık, hakkında medyada neleri tartışmadık, konuşmadık, yazmadık ki? Giyimine, saçına, başına dil mi uzatmadık! Onu "çeribaşı" ilan edip, "Allah'ın Rumen çingenesi, futboldan ne anlar" diyerek, beyaz camlardan milyonlara söylevler mi çekmedik! Oysa o Türkiye'de geçirdiği dört yılın ikisinde, iki takımı hem Galatasaray'ı hem de Beşiktaş'ı son derece kıt olanak ve mütevazı bütçelerle şampiyon yapmış; Ukrayna'ya gönderilirken, arkasında iki Türkcell Süper Lig Kupası; Şampiyonlar Ligi ve UEFA Kupası'nda birer çeyrek final, bırakıp gitmişti. Türk futboluna damga vuran bu ağır başlı, babacan, mütevazı ve halden anlayan futbol bilgesi ülkemizden ayrılırken, bir gün bu şekilde tekrar geri geleceğini biliyor muydu acaba? 

Mircea Lucescu'nun, oyun anlayışını, taktik ve sistemini ister beğenelim, ister beğenmeyelim; isterse giyim kuşamını eleştirelim, saçına, başına dil uzatalım, sonuçta Lucescu Türkiye'de kaldığı dört  yılda Türk futboluna; son beş yıldır da başında olduğu Shaktar Donetsk'e  ve Ukrayna futboluna damgasını vuruyor, tartışılmaz başarılara imza atıyor.

Günümüzde show-business haline gelmiş futbolun, estetik yönünden daha çok realistiğine inanan ve buna göre taktik ve oyun anlayışı ile sistemini şekillendiren bir insan olarak gördüğüm Lucescu, ulaşmak istediği hedeflerine ulaşıyor ve somut olarak da başarılarını tescil ettiriyorsa, aslında eleştirilerimiz boş bir tartışmadan öteye gitmeyen, bir tatmin aracı olarak kalıyor bizlere.  Aslolan varılmak istenen yere ulaşmaksa, Lucescu, bunu hem Galatasaray'da hem Beşiktaş'ta, hem de Shaktar Donetsk'te  başarmış nadir teknik adamlardan birisidir oysa. Futbolda, tarih şampiyonlukları yazar, istatistik de bunları tescil eder her zaman. Olayın nedeni, biçimi ve gerçekleştirilme şekli ise sosyolojik bir yorumdan ibarettir aslında.

2001-2002 sezonunu Galatasaray, Fenerbahçe'nin önünde şampiyon olarak bitirip de, "yüzbaşı"lığa terfi ettikten sonra; komutan Lucescu ve şampiyonluğa çok büyük emekleri geçmiş başta Perez, Victoria, Capone gibi futbolcular, sert esen şampiyonluk rüzgarı ile dört bir yana savruldular. Bu rüzgar Galatasaray'da, bir bilge adamı, bir futbol filozofu olan Lucescu'yu da Galatasaray'dan koparıp, Beşiktaş'a doğru aldı götürdü. Beşiktaş'ta yaşanan bir şampiyonluk ve UEFA Kupası'nda oynanan bir çeyrek final, aslında Beşiktaş'a Lucescu'yla yola devam edilmesinin de sinyalini veriyordu. Fakat Rumen hoca neredeyse vatan haini ilan edilerek ve de adeta aforoz edilerek Türkiye'den koparıldı bir bakıma. Bugün düşünüyorum da, sıradan bile olmayan bir takımı ele alıp, onu Avrupa'nın en üst noktasına çıkartan bir hoca, Beşiktaş'ta ya da Galatasaray'da kalsaydı, bugün Shaktar'ın yerinde Beşiktaş ya da Galatasaray olabilir miydi, ne dersiniz acaba?

UEFA Kupası kariyerine giden yolun başlangıcı

Biz, Luce'nin kaderinin belki de dönüm noktası olan İtalya günlerinden işe başlayalım.

Takvimlerin 21 Mart 1999'u gösterdiği gün İtalya'da Inter, düşmeme mücadelesi veren Sampdoria'dan dört gol yiyip de, medyanın eleştirileri tahammül edilemez boyutlara ulaşınca, Lucescu görevini bırakmak zorunda kalmıştı. Daha sonradan belki de kariyerinin en parlak günlerine yapacağı yolculuğun, bu kadar başarılı ve renkli geçebileceğini; yokluklar içinde, mütevazı bir kadro ve bütçe ile Galatasaray'da büyük başarılara imza atabileceğini ve daha sonra da çok sevdiği Galatasaray'ından koparılıp, ezeli rakip Beşiktaş'a Avrupa'da çeyrek final, Türkiye'de ise lig şampiyonluğu yaşatabileceğini; dört yıl kaldığı ve içimizden birisiymiş gibi tatillerini bile ülkemizde geçiren, Osmanlı tarihi okumaktan büyük bir zevk alan bir teknik adamın, bir gün gelip de, neredeyse kovulurcasına Türkiye'den postalanacağını; daha sonra Ukrayna'nın  vasat takımlarından birisini Avrupa'da en üst noktalara taşıyacağını; bunu da tarihin bir cilvesi olarak Türkiye'de gerçekleştireceğini; hakkında söylenmedik şey bırakmayanların daha sonra onun arkasından koşacağını nereden bilebilirdi ki?

Ülkemizde çalıştığı yıllarda ne sembollere, ne bu sembollerden oluşan imajlara hiç mi hiç takılmadı. Hatta kendisinin o dönem giyim ve kuşamına dil uzatıp, kendisini çeri başı ilan eden medyaya bile aldırmadı. O sadece çalışkan bir görev adamı olarak, doğru bildiği yolda yoluna devam etti. Beklenti ve imaj peşinde koşan medya, maalesef, onun ne beş dil bildiğinden, ne koltuğunun altında taşıdığı gündelik Fransızca ve İtalyanca gazetelerden, ne de Türk ve Osmanlı tarihinden okuduğu kitaplardan hiç mi hiç haberi olmadı.

Lucescu, Galatasaray'a geldiğinde kendi ifadesiyle; "saldırgan bir oyun zihniyetini karşısında buldu. Futbolcularının bireysel marifetleri yüksekti. Galatasaray'a kolektivite, ortaklık ruhu bağlamında katkıda bulunmaya çalıştı. Oyuncuların zekalarına hitap edip; agresiflik zihniyetine, organize sabrı eklemeye çalıştı hep." Ve gerçekten Lucescu, ikinci yıl, dağılan Galatasaray'dan kalanlarla, çok mütevazı ve dar bir bütçe ile, çok iyi örgütlenmiş bir takım yaratmayı başarabildi. Yine bu yıl Beşiktaş'ı da baştan yaratıp, şampiyonluğa taşıyarak, herkese bu başarının bir tesadüfi olmadığını da göstermiş oldu.

Aslında Lucescu'nun buna ihtiyacı da yoktu ama ne de olsa, Lucescu eleştirmenlerine göre Lucescu: Galatasaray'da hep belirli bir iskelet ve mentalite ile Terim'in mirasını çar çur etmeden, akıllıca kullanarak, bu başarılara ulaşabilmiş "yaratıcı olmayan" bir teknik adamdı. İşte Galatasaray'dan sonra Beşiktaş'ta gösterdiği performans ve ulaştığı başarı, bu anlamda çok da önemli bir hale gelmiştir.

Her ne kadar, kendi ifadesiyle "Galatasaray'da yapacağı daha çok iş var" idiyse de, Galatasaray'dan kopartılıp Beşiktaş'a gitme sürecinde, Lucescu asla bir "intikam duygusu"nu, üstelik medyanın her türlü dolduruş ve gazına rağmen içinde yaşatmadı. Ona göre "intikam duygusu, onur ve haysiyet sahibi insanlara, yani kendisine yakışmaz"dı. Yine, kendi anlayışına göre, "İşini yaparken, kimseye kin tutamayacağını, nefretle yaşayamayacağını; aksi halde gözünün önüne bir perde inebileceğini ve doğruları göremeyeceğini" (Vatan, 27 Mayıs 2003) ifade eden Lucescu, genel kültürümüzde hiç te alışık olmadığımız bir şekilde Galatasaray'dan kopartılışını da şöyle açıklıyordu:  "Galatasaray'ın bana karşı davranışını normal buluyorum. Bir başka yeniliğe, bir başka heyecana gereksinim duymuş olabilirler. Fatih Terim ile anlaşmalarını da çok doğal karşılıyorum...Terim'e böyle bir takım bıraktığım için gurur duyuyorum. O da bana iki yıl önce şampiyon bir takım emanet etmişti." (Hürriyet, 19 Mayıs 2002)

Sürekli kendisine atfedilen "Son imparator" titrinden hep rahatsız oldu. Gazetecilere her zaman, "İmparator olmak değil, iyi teknik direktör olmak istiyorum" diyerek, medyanın çok istediği ratingi getirecek, Terim'le çatışmayı tetikleyecek, tuzak yaklaşımlardan hep uzak durdu. Medyanın bu tür yakıştırma ve kıyaslamaları karşısında, "İmparator Terim'dir. Ben bir futbol işçisiyim. Bence Fatih Terim sakin olabilir. İmparator o. Çünkü Türk futbolu ve Galatasaray için çok şey yaptı. Ben o seviyeye gelemedim." (Vatan, 01 Haziran 2003) diyerek, doğup büyüdüğü kültürün etkisiyle alçak gönüllülüğünü bizlere örnek olacak şekilde bir kez daha sergiledi ve sürekli Terim'le kendisini çatışma içine çekmeye çalışan medya da tam da kendi kültür ve entelektüel birikimine uygun bir mesajı vermekten geri kalmadı.

Gösteriş meraklısı, medyatik teknik adam rolüne hiç bir zaman soyunmadı. Gerçek anlamda, içinden geldiği gibi davrandı. Bazen şefkatli bir baba gibi, oyun sonrası röportaj yapan terli oyuncusunun omuzuna paltosunu koydu, bazen hata yapan oyuncusunu babacan sevecenliğinde uyardı. Asla kin tutmadı, hatasında ısrarcı olmadı. sakinliğini ve sukünetini hiç yitirmeden, nasıl sabırlı ve temkinli olunabileceğini tüm oyuncularına ve teknik adamlara gösterdi. Aldığı kültürün ve dünya görüşünün etkisiyle, her zaman demokratik merkeziyetçi bir anlayışla, takımını sevk ve idare etti. Ne demokratik yaklaşımının suiistimal edilmesine izin verdi ne de ilke, tavır ve sisteminden vazgeçti. Uysal görünümün altında, aslında son derece bilge ve entelektüel bir kişilik yatmaktaydı.

Günümüzde metalaşıp, bir endüstri haline gelen futbolda, profesyonelliğin doğmasıyla birlikte, futbol duygularımızın giderek köreldiği ya da yok olmaya yüz tuttuğu bir ortamda, Lucescu bize yine davranışsal anlamda bir etik ve soyluluk dersi de vermişti aynı zamanda. Yani, "...şimdi 'business'e, iş hayatına dönüşen futbolda, artık nezaket duvarlarının bir bir yıkıldığı bir ortamda Lucescu'nun başına gelen olay, herhalde dünyada çok az futbol adamı tarafından yaşanmıştır. O kopma anında bile ders saklıdır: Lucescu, göreve devam ettirilmeyeceğini öğrenince, 'bırakın ben istifa edeyim Böylece tazminat ödemekten de kurtulursunuz' diyebilmiştir. Şimdi eğri oturup, doğru konuşalım... Lucescu'yu korkaklıkla, bezirganlıkla eleştirip, daha da ileri giderek 'Rumen çingenesi' diye sıfatlar uyduranlar, acaba bir milyon dolara mal olan bu soyluluğu görebilirler mi? Kaç teknik adam, böyle bir ortamda aynı davranışı sergileyebilir" (Atilla Gökçe, Milliyet, 8 Mayıs 2002)

Lucescu'yu, bir "futbol dahisi" olarak göremeyebilirsiniz. Savunma güvenliği ve kontrolünü elden bırakmayan, riske girmeyen, dengeli futbol anlayışını, korkaklık ve hatta pasiflikle suçlayabilirsiniz. Oynattığı futboldan zevk almayabilir, estetikten yoksun bulabilirsiniz.  Ama ortada bir gerçek var ki, bu gerçek; geçmişte Galatasaray'da, Beşiktaş'ta şimdi de Shaktar'da ulaştığı başarıların, tarihin ve istatistiğin altın sayfalarına kaydedilmiş olduğu gerçeğidir. İşte bu gerçekleri yadsıyamazsınız. Lucescu, mümkün olan en güvenli yönden başarıya ulaşmaya çalışan, bu amaçla fazla risk üstlenmeyen, "azgın hırslarından", "şişkin bir egodan" en çok da mesnetsiz iddiadan kendini soyutlamış bir teknik adam olarak gelip geçti ülkemizden…

Shaktar Donetsk'te Lucescu'lu yıllar!

Galatasaray'dan sonra Beşiktaş'ı da şampiyonluğa taşıyan usta teknik adam, ülkemizde gördüğü bazı "futbol temelli sosyal" gerçekleri eleştirmeye başladığında; Lucescu'nun da çoktan bileti kesilmişti. Sonra bir gün gazetelerden okuduk ki Lucescu, adını sanını bilmediğimiz, ismini bile doğru telaffuz edemediğimiz bir takımı çalıştırmaya başlamıştı.

Şu anda biz Türkler dahil tüm Avrupa bu takımın ismini çok iyi yazabiliyor ve telaffuz edebiliyor, Luce sayesinde. 

Lucescu Shaktar'a gittiğinde, parasal konulardan fazlasıyla çekmişti ülkemizde. Galatasaray'ı çalıştırdığı yıllarda başkan Mehmet Cansun'a, "benim paramdan önce oyuncularımın parasını verin" diyecek kadar tokgözlü olan Lucescu, Shaktar'a vardığında tüm nimetleri ayağının altına serilmiş buldu.  Lucescu'nun bir dediğini iki etmeyen ilginç olduğu kadar zengin de bir Tatar başkana sahipti Shaktar. Babası maden işçisi olan Rinat Akhmetov 1996 yılından bu yana Shaktar'ın başındaydı. Akhmetov'un sahip olduğu Shaktar'ın resmi sponsorlarından  Metinvest ve SCM hâlâ ülkenin en önemli şirketlerinden olup, madencilik ve çelik alanında faaliyet gösteriyor.

Ukrayna borcunu ödeyemiyor ama Akhmetov, Shaktar'a para akıtmaya devam ediyor!

Başbakan ve bakanların maaşlarının ödenemediği, 57 ülke arasında sahip olduğu borçlar ve olumsuz makro göstergeler nedeniyle görünümü en kötü ülke olan Ukrayna'da çoğu yabancı şirket düşen talep, artan işsizlik, yükselen enflasyon ve durma noktasına gelen ekonomi nedeniyle ülkeyi terk ediyor. Resmi para Hrivna, dolar karşısında devalüe edildi. 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası'na da Polanya ile birlikte ev sahipliği yapacak Ukrayna'da inşaat sanayi durduğu için, maçların oynanacağı statların inşaları yarım kaldı.

Ülkede bu sıkıntılar yaşanırken, Akhmetov sayesinde kriz Shaktar'a teğet geçti.

Lucescu Shaktar ile üç yıllık bir sözleşme imzaladığında, Akhmetov  yüz milyon Euro'ya  ulaşan bir bütçe ve çok geniş sorumlulukları Lucescu'nun emrine sundu. Nitekim Akhmetov'un bu cömertliğine karşılık Lucescu da ona 2005, 2006 ve 2008'de üç şampiyonluk, İki kez Ukrayna Süper Kupası ve 2009'da da bir UEFA Kupası verdi.

2004-05 sezonundan bu yana Shaktar'a Şampiyonlar Ligi ve UEFA'dan yaklaşık 45 milyon Euro para kazandıran Lucescu, aynı parasal performansı Galatasaray ve Beşiktaş'tayken de sergilemişti.

Son sekiz yılda düzenli olarak Şampiyonlar Ligi'ne katılan Shaktar Donetsk 2006 yılında da stadını yeniledi. 183 milyon Euro'ya mal olan stat 50.000 kişilik Donbass Arena adıyla şimdi Lucescu'nun konuklarını ağırlıyor.

UEFA Kupası'nı kazandıktan sonra hedefini daha da büyüten Akhmetov 2009/10 sezonu için daha şimdiden transfere 100 milyon Euro bütçe ayıracağını ifade ediyor. Çalıştırdığı kulüplerde parasızlıktan çok çekmiş Lucescu, şimdi para bolluğu içinde ve eski günlerin acısını çıkartıyor.

Shaktar,  kurucusu Stakhanov'un izinde…

1936'da  bir kömür madencisi Aleksei Stakhanov tarafından Stakhanovets adıyla kurulan ve daha sonra adı Shaktar olan kulübün kurucusu de çok ilginç bir isim.

1929'da yaşanılan büyük ekonomik kriz Sovyet Rusya'yı da etkilediğinde, Sovyet ekonomisini düzlüğe çıkartabilmek için arayışlara giden Stalin'e en büyük destek 1930'lu yıllarda Shaktar'ın kurucusu Aleksei  Stakhanov tarafından geldi. Stakhanov, iktisatta kendi adıyla anılan bir ekonomik çalışma tarzı ve örgütlenme anlayışını da makro ekonomiye taşıdı. Bu yaklaşım onun 1930'larda Sovyetler'de halk kahramanı ilan edilmesine neden oldu. Bir kömür işçisi olan  Stakhanov  (1906-1977) 31 ağustos 1935'te, beş saat kırk beş dakikada, kişisel hedefi olarak belirlenen miktarın on dört katı olan 102 ton kömür çıkararak dünya rekoru kırdı ve bu başarısı nedeniyle Time dergisine  kapak oldu. İktisatta "Stakhanovculuk" olarak anılan bu yaklaşım;  iktisatta, önceden saptanan çalışma hedeflerini aşan işçileri ödüllendirme, hedeflerin gerisinde kalanları ise cezalandırma temeline dayalı bir iş örgütlenmesini anlatır.

Şükrü Saraçoğlu'nda da gördüğümüz üzere arı gibi çalışan kadrosu, bir makine nizamında işleyen yapısı, rakibi bıktıran isabetli pas yüzdesi ve rakibine üstünlüğünü kabul ettiren oyun anlayışı ve kurgusuyla Shaktar,  İstanbul'da kapasitesinin sınırlarını zorlayarak, çok istediği UEFA Kupası'nı havaya kaldırdı.

Kömür madencilerinin takımı turuncu devrim yaptı

1996 yılında Shaktar'ı satın alarak işe başlayan, Doğu Avrupa'nın 42 yaşındaki en zengin adamı Akhmetov, başkanlık koltuğuna oturduktan sonra adeta bir devrim gerçekleştirdi. Altyapıya çok önem veren Akhmetov bugün görenlerin parmak ısıracağı 3000 kişilik bir futbol okulu, antrenman sahaları, altyapı tesisleri ve UEFA'nın elit statlar sınıfına giren bir Stat inşa etti. 2002'de Ukrayna şampiyonluğuna ulaşan Akhmetov 2004 yılında da takımını futbol profesörü Lucescu'ya emanet etti. Lucescu oyun anlayışındaki sabır ve tahammülünü kulübede egemen kılarken, son UEFA Kupası'nı da kazandırarak turuncu devrimi taçlandırmış oldu.

Lucescu ile atağa geçen Shaktar'ın takım değeri de 2004'ten sonra hızla büyümeye başladı. 2004'te yaklaşık 65 milyon Euro'luk bir takım değerine sahip Shaktar'ın bugünkü takım değeri  112 milyon Euro'ya ulaşmış durumda.

Bugün Lucescu'ya Ukrayna'da Akhmetov'un gösterdiği yaklaşım, Özhan Canaydın ve Yıldırım Demirören tarafından ona  ülkemizde gösterilseydi; medyanın gazına gelip de "futbol bilmeyen" "çeribaşı" Lucescu kovulurcasına Türkiye'den gönderilmeseydi, acaba Şükrü Saraçoğlu'nda 20 Mayıs'ta bir Türk takımını ikinci kez final oynarken izleyebilir miydik, ne dersiniz?

Tüm yazılarını göster