Seçim sonuçları üzerine

Tuğrul BELLİ GÜNDEM tugrulbelli@gmail.com

Pek çok ekonomi yorumcusu seçim sonuçlarını AKP'nin ekonomik alandaki performansının oy sandığına doğrudan yansıması olarak değerlendirdi. Ben bu yargıya yüzde yüz katıldığımı söyleyemeyeceğim. Şahsen bu başarıyı birden fazla faktörle açıklamayı daha doğru buluyorum. Şöyle ki:

1- Türk halkının genel siyasi eğilimi çok partili demokrasinin başlangıcından beri her zaman muhafazakar sağ yönünde olmuştur. (Bu durumda tarihsel olarak geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminde toplumu içindeki ayrık yapıları temizleyerek "milletleştirmek" çabaları önemli olmakla birlikte CHP'nin son döneme kadar "sol" olarak nitelendirilmesi zor olan duruşu da belirleyici olmuştur. Öte yandan, toplumun bugünkü genel eğitim seviyesi de modern sol görüşlerin benimsenmesini zorlaştırmaktadır.) Neticede, Türkiye'de merkez sağ konumda bulunmak her zaman maça 1-0 önde başlamak anlamına gelir.

2- Son 2 seçim dönemi boyunca tek başına iktidarda olan AKP artık merkez sağ kesimin temsiliyetini tamamen ele geçirmiş durumdadır. Yüzde 10 barajının çok partili temsiliyet önünde ciddi bir engel olduğunu daha önceki seçim sonuçlarıyla iyice idrak etmiş olan geri kalan sağ seçmen neticede AKP'nin dışında farklı bir söylem de oluşturamayan diğer sağ partileri tamamen dışlamış durumdadır. Geçen seçimlerde toplamda %11.3 oy almış olan MHP dışındaki sağ partilerin bu seçimlerdeki toplam oy oranı sadece %3.3 olmuştur.

3- Türk toplumu için hâlâ sağ ya da solda olsun "önder" siyasetçi kavramı önemlidir. (Açıkçası, zihnimi zorlamama rağmen gelişmiş Batı toplumlarında son 40 senedir partisinden daha güçlü bir kimliğe sahip "önder" siyasetçi hatırlamıyorum. Belki bir ölçüde Thatcher olabilir.) Erdoğan da özellikle uluslararası arenada yaptığı (esasen iç siyasete yönelik) popülist çıkışlarla son döneminde bu kimliğini daha da pekiştirmiştir. Ayrıca, yukarı yönde sosyal mobilitesi son derece kuvvetli olan Türk halkı nezdinde "işbitiricilik" de önemli bir meziyet olarak görülmektedir. Doğru veya yanlış, Erdoğan kamuoyu nezdinde böyle bir algılamaya sahiptir. Aynı şeyleri Kılıçdaroğlu için söylemek zordur. Hem "önder" vasfını alabilmek için daha çok yeni bir liderdir, hem de bürokratik geçmişi "işbitiricilik" algılamasını törpülemektedir.

4- Ekonomik performansa gelirsek: Salt büyüme rakamlarına baktığımızda son 4 yılın ortalamasının çok da parlak olduğunu söyleyemeyiz doğrusu. 2007-10 arasında Türkiye ekonomisi ortalama olarak sadece %2.6 büyümüştür. İstihdamda da oransal bir artış değil, aksine azalış söz konusudur. 2007 yılı genelinde %10.3 olan işsizlik oranı 2010'da %11.9 olmuştur. Ancak doğal olarak seçmenin hafızası daha kısa vadeye ve beklentileri de ileriye odaklıdır. Kriz sonrasında ülkenin göreceli olarak hızlı toparlanması ve özellikle düşük faiz ve bol kredi ortamının getirdiği alım gücündeki artışın bazı çevrelerde refah seviyesinde de mutlak bir artış olarak algılanmış olması şüphesiz AKP leyhine önemli bir etki yaratmıştır. Dün açıklanan verilere göre işsizlik oranı da hızlı bir düşüş göstererek %10.8'e gerilemiş durumdadır.

5- AKP'nin başarısında makro ekonomik gelişmelerden daha fazla orta ve alt kesimlere daha yakın bir mikro siyaset anlayışıyla beraber bu kesimlerin temel ihtiyaçlarına yönelik yatırımlara yönelmesinin önemli bir payı olmuştur. AKP bu kesimlerin en önemli endişelerinden biri olan sağlık hizmetlerine erişimi artırmış ve hizmetlerin kalitesini de iyileştirmiştir. Keza, özellikle taşra kesimlerin önemli bir ihtiyacı olan ulaştırma problemi de karayolları ve havayollarındaki gelişmelerle önemli ölçüde giderilmiştir. Eğitimde ise niteliksel bir gelişmeden söz etmek mümkün olmasa bile, niceliksel bir artış olduğu yadsınamaz. Esasen bu 3 konuda da yapılan yatırımların ne kadar rasyonel ve kalıcı oldukları tartışmaya son derece açık da olsa, seçmen gözünde pozitif bir algılama yarattıkları muhakkaktır.

Seçim sonuçlarıyla ilgili olarak "Her zaman olduğu gibi Türkiye halkı sağduyusuyla en doğru kararı vermiştir" şeklinde demokratik sisteme sahip olmadığı bir meziyeti atfeden bir yorumda bulunmak pek doğru olmaz. Nitekim, bu sağduyunun çalışmadığı çok örnek verilebilir. (1982 Anayasa referandumunun %91 ile kabulü, 1991'de "iktidar partisi ne taban fiyat veriyorsa ben 2 katını vereceğim" diyen bir DYP'nin iktidara taşınması, 1995'de son derece kötü performansına rağmen Çiller'e tekrar prim verilmesi, veya 2002'de Genç Parti'nin %7 oy alması gibi.) Maalesef ki ne Türkiye'de, ne de Dünya'da demokratik sistemlerin illa da optimum sonuçlar vereceği şeklinde evrensel bir kanun yok. (İşte İtalya, işte Berlusconi adındaki zat-ı muhterem!) Ancak, unutmayalım ki, temsili demokratik sistemlerde aslolan ve sistemi koruyan ve geliştiren unsur kuvvetler ayrılığı (veya Amerikalıların yaklaşımıyla "checks and balances") prensibidir. Bu prensibin örselenmesi demokrasilerin toplumsal uyumu gözeten dengeli bir siyasi yönetim sağlama imkanını azaltır. Yeni kurulan Meclis'te bu konuda muhalefet partilerine önemli sorumluluklar düştüğü inancındayım.

Tüm yazılarını göster