Rekabetçi döviz kuru politikası teferruat değildir!

Tuğrul BELLİ GÜNDEM tugrulbelli@gmail.com

Geçen haftaki yazımda, kısaca, ABD ve dolayısıyla diğer gelişmekte olan ülkelerdeki toparlanmanın beklenenden daha zayıf gerçekleşeceğini ve, son tahlilde, bu durumun Türkiye'yi de olumsuz etkileyeceğini vurgulamıştım. Doların kaçınılmaz bir şekilde değer kaybının ne ABD ekonomisi, ne de diğer ekonomiler için olumlu bir senaryo ortaya koymadığını ve Çin'in ısrarla parasını dolara fikslemesinin Dünya ekonomisindeki küresel dengesizliklerin ortadan kalkması önündeki en büyük engellerden biri olduğunu da özellikle belirtmiştim. Nitekim, bu konu geçtiğimiz günlerde ABD Başkanı Obama'nın Çin Cumhurbaşkanı Hu'yu ziyaretinde de gündeme geldi. Ancak, dış basında yer alan bilgiler Çin'in bu konuda hiç de uzlaşmacı bir tutum sergilemediği yönünde. Zannedildiği gibi, Çin'in en büyük kozu rezervlerinin 2 trilyon dolara yakın bir bölümünün ABD varlıklarında, bunun da neredeyse yarısının ABD devlet tahvillerinde tutuyor olması değil. Evet, Çin elindeki tahvilleri satmaya kalkarsa uzun vadeli dolar faizleri anormal derecede yükselir, bu durum da ABD'de zaten cılız olan toparlanmayı tamamen öldürerek, yeni ve daha şiddetli bir resesyona sebep olur. Ancak, bu durum ise, herkesten daha çok Çin'in işine gelmeyecektir. Hem rezervleri ciddi bir değer kaybına uğrayacak, hem de en büyük ihracat piyasası çok büyük bir darbe yiyecektir.

Çin'in asıl kozu ise ABD'nin daha uzunca bir süre yüksek büyüme açıkları vermeye devam edecek olmasıdır. Eğer ABD bütçe açıklarını daraltabilse, Çin'den gelecek olan finansmana ihtiyacı azalacak, ve pazarlık gücü artacaktır. Ancak, ABD'nin orta vadede bile kamu dengesini toparlaması imkansız gözükmektedir. Gerçek şu ki, Çin ABD'ye şöyle bir ahlaksız teklif yapmaktadır: "Bak, ikimiz de süper gücüz, diğerlerinin canı cehenneme. Ben sana ucuz mal vermeye, senin fason üreticin olmaya devam edeyim. Hem bu işten Çin'de yatırımları olan senin çok uluslu şirketlerin de kârlı çıkar. Ben de senin açıklarını finanse etmeye devam ederim." ABD ya bu düzenin devam etmesini kabul edecek, ya da Çin'den gelen ithal ürünlere yüksek ticaret engelleri uygulayacaktır. (Her ne kadar DTÖ anlaşmaları çerçevesinde dış ticaret engelleri uygulamak zor olsa da, istenirse her zaman tarife-dışı engeller yaratılabilir.) Ancak, ABD'nin böyle tek taraflı bir korumacı politika benimsemesi imkansıza yakındır. Olacak olan, Çin, 2006-2008 arasında yaptığı gibi, az biraz göstermelikten parasını değerlendirecek, Amerikan yetkilileri bundan dolayı memnuniyetlerini bildirecek, ve eski düzen (yeni bir krize kadar) iyi kötü devam edecektir.

Döviz kurları ve dış ticaret konusuna girince, Salı günü Durmuş Yılmaz tarafından açıklanan ve Sanayi Bakanı Çağlayan'ın tepkisini çeken MB'nin hazırladığı bir araştırma raporunun sonuçlarına değinmek farz oldu. Sn. Yılmaz raporla ilgili sunumunda (MB'nin web sitesinde söz konusu çalışmanın ayrıntılarını bulamadım) "Bulgular, Türkiye'nin küresel rekabet gücünün kalıcı artışı için döviz kuruna dayalı kısa vadeli politikalardan ziyade, mikro reformları içeren uzun vadeli bir bakış açısına ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir." demiş. Eh, son 7 yıldır döviz kurunu baskılayan bir Merkez Bankası'ndan aksi yönde bir rapor beklemek de hayalcilik olurdu doğrusu. Herhalde parasının değerini 1994'ten beri düşük tutan Çin ve son dönemde IMF'nin itirazlarına rağmen parasının değerlemesini önlemek için resmen bir Tobin vergisi uygulamaya başlayan Brezilya enayi de, bir biz akıllıyız. 1980'lerde Türkiye ihracat hamlesini nasıl yaptı? 1980'de 2.3 milyar dolar olan ihracatını, cari açık vermeden, 1989'a kadar nasıl 5 misli arttırdı? (Evet aynı dönemde enflasyon kontrol altına alınamadı. Amma, burada sapla samanı birbirine karıştırmayalım. Enflasyon zamanın Hükümetlerinin sorumsuzca yüksek bütçe açığı vermesi ve finansmanını da para basarak sağlamasından kaynaklandı. Rekabetçi bir döviz kuru politikası izlemekten değil.)  

Benim 10 yıldan fazladır iddia ettiğim çıkış yolu TL'nin rekabetçi bir kur düzeyinden "euro"ya fikslenmesidir. Bunun için de fırsatlarımız olmadı değil. (Son olarak 2003-2006 yılları arasında.) Bu fırsatlar kullanılmış olsaydı, tıpkı ABD'nin Çin'e boyun eğdiği gibi AB'nin de rekabetçi ve dinamik Türk özel sektörüne boyun eğmemesi mümkün değildi. Tesadüf bu ki, aynı gün İzmir'de düzenlenen bir kongreye katılan Steve Hanke de Türkiye için aynı çıkış yolunu önermiş! Ne güzel! Ama dinleyen var mı?

Tüm yazılarını göster