Rahat batıyor!

Alaattin AKTAŞ EKO ANALİZ ala.aktas@gmail.com

Sözlükler rahat batmayı "Rahat olan yaşantısını bırakıp başka ve belki de ondan daha iyi olmayacak bir yaşantıya yönelmek" biçiminde açıklıyor. Yani, görece rahat sayılabilecek bir yaşam varken, yeni maceralara yelken açmak... Söylenen bu.

Türkiye de son dönemde biraz bunu yapmıyor mu... Neyi ne ölçüde düzene koyduk, koyabildik de, yeni ve hem gerçekleşmesi zor, hem daha da önemlisi belki de gerçekleştiğinde çok daha büyük sorunlara yol açacak adımlar atma peşindeyiz?

Ekonomi geçen yıla göre biraz olsun iyileşme belirtisi gösterirken, attığımız ve ileride atacağımız adımlarla bu iyileşmeyi zora sokuyoruz. Bu yıl bugüne kadar görece iyi geldik sayılır. Ama gelecek günlere ilişkin kaygılar sanki giderek artıyor gibi. 

Bir düşman yaratmalı, dikkati oraya çekmeli ya da olmadığı halde varmış gibi gösterdiğimiz düşmanı yeniden ortaya çıkarmalıyız. Örnek mi, bankalar ne güne duruyor...

Şu banka düşmanlığından, haydi biraz yumuşatarak söyleyelim; bankalara cephe alma huyumuzdan bir türlü kurtulamıyoruz. 

Bir beyaz eşya üreten şirkete... Bir otomobil üretene... Konut yapıp satan müteahhide... Yabancı turist gelmiyor, diye durumunun çok kötü olduğunu söyleyen beş yıldızlı tatil köyü sahiplerine, otellere... Hiçbirine ama hiçbirine; "Kardeşim indir fiyatlarını, madem satışlar düşük, işler kesat, indir fiyatlarını, sürümden kazanmayı dene biraz da" demiyoruz.

Ama konu bankalar oldu mu, mangalda kül bırakmıyor, neredeyse "Keşke bankalar olmasa" diyecek kadar ileri gidebiliyoruz. 

Banka nedir, ne yapar, nasıl çalışır; sanki bunu bilmiyoruz, anlamıyoruz. Gerçek elbette öyle değil, elbette biliyoruz bankacılığın işleyiş sistemini, ama sanki bilmiyor gibi davranmak işimize daha çok geliyor. 

Otomobil üreten bir fabrika nasıl hammadde olarak çelik kullanıyor, kablo kullanıyor, ampul satın alıyor ve far yapıyorsa, motor ithal ediyorsa, elektronik devreler temin ediyorsa ve ortaya bir otomobil çıkarıyorsa, banka da "para" satın alıyor ve ortaya yine "para" çıkarıyor, hepsi bu.

Ama imal edilen otomobil ile satılmak üzere oluşturulan para arasında çok temel bir fark var. 

Otomobil yapımında kullanılan ürünler iade edilmek üzere alınmıyor, otomobil de geri alınmak üzere satılmıyor. 

Ama banka, mevduat adı verilen parayı "iade etmek" kaydıyla geçici olarak satın alıyor, kredi adı verilen parayı da "geri almak" kaydıyla geçici olarak satıyor. 

Otomobil fabrikası, bir otomobilin tüm parçalarını örneğin 75 liraya satın alıyor, üstüne 10 lira da işçilik maliyeti ekliyor, 100 lira olan satıştan 15 lira kar ediyor. 

Aynı örneği bankaya uyarlamak da mümkün. Toplanan paraya 75 lira faiz ödeniyor, buna 10 lira personel gideri ekleniyor, kredi olarak kullandırılan bu paradan da 100 lira alınıyor, kar 15 lira.

Otomobil fabrikası ürününü sattıktan sonra, hatalı üretim yapmamışsa ve geri çağırma gibi bir durumu yoksa, işi bitti artık. Ama banka sattığı paranın peşinden gitmek durumunda, çünkü o para kendisinin değil ki, mevduat sahibinin. 

Hep söylendi, yazıldı, biz de kaç kez vurguladık kim bilir; herhangi bir sınai ürünü üreten bir şirketin zor duruma düşmesi, hatta batmasıyla bir bankanın aynı zorlukla karşılaşması kıyas götürmeyecek kadar farklı bir durumdur. Türkiye 2001 krizi sürecinde bunu yaşadı. Bankacılık sisteminin ne kadar çürük olduğunu gördük o zaman, kaç banka battı, ekonomik sistem sallandı. Aklımız başımıza geldi, bankalara çeki düzen verdik, sistemi çok sağlama aldık ve o zaman sağlam atılan temeller korunmak suretiyle de bugünlere geldik. 

Bankalar çok kar mı ediyor, bundan şikayetçi miyiz, mevduat üstündeki yükler azaltılsın o zaman... Sermaye yeterlilikleriyle ilgili kısıtlamalar hafifletilsin öyleyse... Banka, yatırılan 100 liralık mevduatın daha fazlasını krediye dönüştürebilsin... Niye bu yönde mevzuat değişikliğine gitmiyoruz ki... 

Ama biliyoruz ki bunları yaptığımızda bankacılık sistemimiz, tümüyle değil, bir-iki banka bazında bile birazcık da olsa sıkıntıya düşse, bu durum tüm ülke ekonomisini zora sokar. 

***

Tarih 8 Şubat 2013; bu banka konusuna eğilirken yazımızın başlığını "Birkaç bankayı batırıp bir rahatlayabilseydik" diye atmış ve şunları söylemiştik:

"Elinizde Dünya Gazetesi… Bu satırları okurken oturduğunuz koltuğu üreten fabrika batarsa bir şey olmaz. O fabrikanın alacaklıları ve çalışanları zarar görür, hepsi hepsi o.

Oturduğunuz koltuğu ya da gazetenizi yaydığınız masayı üreten fabrika sapasağlam dururken, paranızı emanet ettiğiniz banka batarsa siz de büyük ölçüde batarsınız..."

Bakın aradan üç yılı aşkın süre geçmiş, biz hala bankalara yüklenme, onları hizaya getirme peşindeyiz. 

Acaba hiç düşünmüyor muyuz, "Biz başka yerde hata yapıyor olmayalım" diye... "Yoksa dikkatler özellikle bankalara mı çekilmek isteniyor" diye...

***

Türkiye ekonomisi bu yıla görece iyi bir başlangıç yaptı. Ama hesaplayamadığımız bir takım gelişmeler de yok değildi. Birincisi, Rus uçağını düşürmenin maliyetini ya gerçek boyutuyla hesaplayamadık ya da hesaplamak işimize gelmedi. Bu maliyet tüm ağırlığıyla kendini göstermeye başladı. Korkarız, asıl maliyeti daha sonra, önümüzdeki aylarda göreceğiz.

Yıla iyi başlamıştık dedik; çünkü geçen yıl kaçarcasına Türkiye'yi terk eden yabancılar, doğrudan yatırım için değilse bile en azından portföy yatırımı için geliyorlardı.

Ama bize rahat batıyordu işte. Ya da rahat olmak kavramından anladığımız başkaydı. Bir devlet memurunu bile görevden almak bu kadar kolay değildi, biz Başbakanı görevden aldık. Başkanlık sistemi ya da partili Cumhurbaşkanlığı için tüm olanaklarımızı seferber etmeye başladık. Belki erken seçime gideceğiz. 

Güneydoğu'da olan bitenler, eğer verdiğimiz şehit sayısı çift haneli değilse habere bile dönüşmüyor gibi, ne yazık ki bunu kanıksadık. Bir şehrimiz, bir terör örgütü tarafından durmaksızın bombalanıyor. Savaş uçaklarımız terör örgütünün olduğu yere gidemiyor bile, sınırı geçersek karşımızda Rus uçakları var çünkü. "Misliyle karşılık vermek", bize yetiyor sanki, çaresizlikten tabii ki. 

Enflasyonda en iyi dönem geride kaldı, mayısla birlikte yıllık oran çok hızlı olmasa da yönünü yukarı çevirecek. 

Önümüzdeki dönemde portföy yatırımları yavaşlayabilecek, hatta çıkışlar görülebilecek. Yurtiçinde siyasi ortam daha da gerilebilecek, belki erken seçim gündeme gelecek. Bütün bunlar döviz kurunu yukarı iten birer etkene dönüşecek. Hele bir de turizmde kaygı duyulan bir eksik döviz girişi söz konusu olursa kur iyice fırlayabilecek.  

Ama böyle bir ortamda hiç kimse, "Biz bir yerlerde hata mı yapıyoruz acaba" diye düşünmeyecek, adeta rahat batarcasına mevcut durumu bile aratacak yöne doğru adımlar atılmaya devam edilecek. Ne diyelim, yolumuz açık olsun... 

Tüm yazılarını göster