"Orta gelir tuzağı" korkumuzu artıran "reform iştahının&q

Rüştü BOZKURT BUZDAĞININ DİBİ rustu.bozkurt@dunya.com

Bütün toplumlar için geçerli olabilecek bir "kalkınma modeli" önermek mümkün değil. Toplumlar, tornadan çıkma türdeş eşyalar değildir; kendilerine özgü algıları, beklentileri, kültürleri, tepkileri ve davranışları olan canlı örgütlenmelerdir. Başka toplumların izlediği kalkınma yolunu inceleyerek dersler alabiliriz ama aynı yolları izleyerek aynı sonuçları almamız mülkün olmaz. Her toplum, kendine özgü tehlikeleri, fırsatları, olanakları ve kısıtları dengeleyerek kendi kalkınma yol ve yöntemlerini keşfetmek zorundadır.
Küreselleşme sürecinin yarattığı köklü değişmeler, büyük finansal krizin yarattığı kurumsal yapıları işlevsizleştirme etkisi, net ürün üretimi ile net ürün tüketimi arasında denge ve yaratılan "ekonomik fazla" ile "kendini yeniden üretebilme" ilişkilerinin bütünü olarak tanımlayabileceğimiz "birikim sisteminde " çözülme ve yeniden örülme sürecini hızlandırdı. Bu çözülme sürecinin başlangıç aşamasında, "piyasanın görünmez elinin dengeleyici etkisi" ön plana çıkmış, belirleyici güç olan ABD'de Başkan Regan, İngiltere'de Başbakan Thatcher'in bayraktarlığını yaptığı eğilimler bütün dünyanın gündemine oturmuştu. Türkiye'de Özal'ın kişiliğinde simgelenen yeni akım, uzun yıllar uygulanan "ithal ikameci ekonomi politikalarının" terkedilmesi, "dışa açık ekonomi politikalarının" uygulanması şeklinde hayatımıza girdi.
Bugünü, dünün iki reformuna borçluyuz. Ülkemizde son 30 yıllık yakın tarihinde ekonomi alalındaki önemli reformlardan biri, 1980'lı yıllarda yürürlüğe konan "mikroekonomik liberalizasyon reformları", diğeri 2000 yılı krizi sonrasında yürürlüğe konan "makroekonomik stabilizasyon reformlarıdır"  .
Reformlar, yatırım, üretim ve ticaret algısını köklü biçimde değiştirdi: "Maliyet+kâr=fiyat" algısı hızla çözüldü; mal ve hizmet üretenler "rekabet olgusu" ile yüzleşti. Erişebilirlik olanakları "satıcı piyasaların egemenliği" aşamasından hızla "alıcı piyasalar egemenliği" aşamasına geçilmesini sağladı. "Ne üretsen satıyor" algısı yerini "uygun kalitede, yeterli miktarda ve uygun fiyatta üretmezsen satamazsın" anlayışına bıraktı.
Mal ve hizmet üretenler, yatırım ve işletme dönemi kararlarını, " Akıllı düşününe kadar deli köprüyü geçer" anlayışı ile alırken; birden fark ettiler ki, "Başlangıç noktasına hassas bağlılık ilkesine" uymak gerekiyor. Yatırımın konusu, alanı, ölçeği, yeri, iş süreçleri ve işgücü profillerini analiz etmeden belirlenince tökezlemeler artıyor.
Karşılaşılan yeni durum "fizibilite anlayışını" öne çıkardı. Uzun süre "Bu ülkede bir çivi çakandan Allah razı olsun" anlayışı baskındı; rekabet olgusu hepimize " doğru yere doğru çivi çakmayanın kaynak israf ettiğini" öğretti; dualarımızın dili ve içeriği değişti.
Özellikle küçük ve orta ölçek işyerlerinin bankalar ve finans sistemi ile ilişkileri düşük düzeydeydi…İşler öz kaynakla yapılıyor; bir ölçüde de "teşkilatlanmamış kredi piyasaları" ile kısa vadeli kaynak ihtiyaçları karşılanıyordu. Rekabetin zorlaması, üreticilere, " Borç yiyen kesesinden yer" yargısını sorgulattı. Sadece öz kaynakla, aşırı-değerlendirilmiş organik büyüme algısıyla uluslararası pazarlarda rekabet edecek ölçeği ve alan hakimiyetini yaratmak mümkün değildi. Bankalarla barışmak gerektiğini, banka sisteminin örgütlü ve disiplinli kaynak sağlamasından yararlanmadan rekabet edebilir ölçeklere ulaşılamayacağı anlaşıldı.
Yüksek enflasyonun yarattığı "gölge fiyatları" işyerlerinin gerçek performanslarını gizliyordu… İnsanlar "sonuçlara bakarak iş yapmayı" tam anlamıyla alışkanlık haline getirmişti. Mikroekonomik liberalizasyon reformları, hepimize, "sonuçlara bakarak iş yönetmenin yeterli olmadığını, süreçleri iyileştirerek ilerlemek gerektiğini" de öğretti. Ayrıca, yüksek enflasyon dönemindeki yapaylıklar ortadan kalkınca, yaygın olan "…bende cevher olmasa bu sonuçlar olmazdı" algısı çöktü. Her şeyi devletten bekleyen, ithal ikameci dönemin "kâr benim, zarara devlet ortak olsun" anlayışı iflas etti… Hepimiz, Çin'in ne kadar yakınımızda olduğunu fark ettik. "Her şey elimin menzilinde olsun, küçük olsun benim olsun" anlayışının iflasının yarattığı çöküşlere hep birlikte tanıklık ettik. Sadece üretmenin yetmediğini "farklı olanı üretmek gerektiğini" kavradık. Kayıt dışı uygulamaların, kayıtlı sisteme yarattığı "haksız rekabetin" ülke gelişmesini nasıl tökezlettiği, sayıları hızla artan insanımızın zihinlerini meşgul ediyor. "Taklitçilikten yaratıcılığa geçmeden" uzun dönemli geleceği güven altına alamayacağımızın bilincine vardık. Banka kasalarındaki para ya da servetin zenginlik ölçüsü olmadığını, proje stokunun gerçek zenginlik olduğunu öğrendik.
1980'lı yıllar ve daha sonraki dönem, dışa ve dünyaya açılmanın önemi kavrandı. Dünyanın kabul ettiği markalara sahip olmanın değeri anlaşıldı. Güçlü bir orta sınıfın gelişmeye yaptığı etkinin derecesi üzerinde düşünenlerin sayısı arttı. Yüksek düzeyde güvence sağlayan hukuk sisteminin yatırım için yarattığı cazibenin gücü anlaşıldı. İleri düzeyde gelişmiş altyapıların yabancı tasarrufları çekebilme etkileri analiz edildi. Orta gelir tuzağını aşmada nitelikli işgücünün payını vb. eksiklerimizi kavrama ve içselleştirme süreci hızlandı…Uyum için yeni bir zihni model geliştirmemize yardımcı oldu…
Ülkemizin 2000'lı yıllarda yaşadığı büyük kriz, kendimize özgü koşulların yarattığı, dışardan ithal etmediğimiz krizdi… O dönemde siyasi irade çok parçalı bir yapıda olmasına karşın, büyük riski üstlenerek, " makroekonomik stabilizasyon reformları" yaptı…Merkez Bankasının yapılandırılması, BDDK ve SPK gibi "gözetim ve denetim" kurumlarının kapsayıcı niteliği ekonomideki toparlanmanın kaynağı oldu…Bu gelişme, sömürücü kurumların tasfiyesi gerektiğini, piyasa sisteminin ciddi bir hukuk sistemine dayalı gözetim ve denetimle anlamlı olabileceği gerçeğini de bize öğretti. Yaşayarak öğrendiklerimizi yaygınlaştırma, yoğunlaştırma ve derinleştirme sorumluluğumuzun farkına vardık.
"Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı" bugün iktidardaki siyasi iradeye devredildi. Farklı bir siyasi eğilimin hükümet olması, bu siyasi eğilimin "kendini kanıtlama " ve "meşrulaştırma" ihtiyacı kapsayıcı bir anlayışı de beraberinde getirdi. Siyasi iradenin iç algısı, AB'ye tam üyelik için kitle desteğinin rüzgarı, konjonktürün etkileri uygun bir ortam ve iklim sunuyordu. Uluslararası piyasalarla eklemlenme ihtiyacı ve AB'ye uyum süreci bir dizi reformların hayata taşınmasının vesilesi oldu.
Reform iştahı kaçarsa, orta gelir tuzağına yakalanabiliriz. Bugün gelinen aşamada, Turgut Özal'ın iktidarının ikinci dönemindeki tutuma benzer bir tutumdan söz edilebilir. Siyasi irade, kendini kanıtlama ihtiyacının sınırlarını aştı; kendinden başka güç olmadığı düşüncesi güçlü bir eğilim haline geldi. Söz konusu eğilim "iktidar dilini" giderek sertleştirdi. Toplumun farklı kesimlerinin oyuna ihtiyacı kalmadığına inancın pekişmesi, sert, , kırıcı ve ayırıcı bir dilin kullanılmasına kaynaklık ediyor. "Muhalefet dili" de "alternatif" yaratamayınca, tek tip düşünce alabildiğine yaygınlaşıyor; düşünce zenginliği yaratacak aykırı görüşler azalınca, kapsayıcı tutumdan uzaklaşılıyor.
Orta gelir tuzağına yakalanmamak için "fiziki sermayenin yeterliliği" çok önemli… Ülkenin rekabet gücü yaratan ulaşım ve iletişim ağına sahip olması gerekiyor. Bugün Doğu Akdeniz Havzası'nda Mersin ve İskenderun 'da belli bir dönem ihtiyacı karşılama potansiyeline sahip limanlarımız var. Marmara ve Ege Bölgeleri gibi ekonominin ağırlıklı bölümüne sahip olan kıyılarımızda gerekli kapasite ve teknik olanaklara sahip, rekabet gücü yaratmanın önün açan limanımız yok. Marmara Denizi çevresinde sayıları 42'yı bulan iskele var, ciddi bir liman yok… Ege Denizi'nde Çandarlı'da ihalesi yapılan liman bir adım ama, bu limanın demiryolu, karayolu, havayolu ağının eş zamanlı olarak tamamlanması, limanın bağlantı alanlarında düzgün sanayileşme yaratma için bir dizi ihtisas organize sanayi bölgesi inşa edilerek yatırımcının hizmetine sunulması gerekiyor. Tek bir cümle ile ifade etmek gerekirse, fiziki sermayemizin rekabet gücünü artırması gerekir ki, serbest ve adil piyasada "şans eşitliği" yaratabilelim; sürdürülebilir büyümeyi güven altına alabilelim; kişi başına 25 bin dolar gelir düzeyini yakalayalım.
Büyük dönüşümler ve krizlerden sonra, evrenselleşmiş dört davranış saptayabiliyoruz: Birincisi, uyum gösteremeyenlerin elenmesi… İkincisi, az ya da çok bedel ödeyerek uyum gösterenler… Üçüncüsü dönüşümün ve kriz sonrasının fırsatlarından yararlananlar ve dördüncüsü de ileri teknolojilerle geleceği biçimlendirme sevdasının peşinde olanlar.
Kriz koşullarına uyum göstererek ayakta kalan ve krizin fırsatları için yeni yatırım yapan girişimciler iki ana eksende ilerleyecektir: Birincisi, mevcut ve yaygın üretim alanlarında rekabet gücü yaracak alanların keşfedilmesi… İkincisi, teknolojideki yeniliklerle yeni iş alanlarının yaratılması. Ülkemizin "orta gelir tuzağına" yakalanmasını istemiyorsak, makine-donanım üretimi, seramik ve sağlık gereçleri, genel sağlık hizmetleri, yaşlılara barına ve sağlık hizmetleri, turizmin çeşitlendirilmesi ve farklılaştırması, tekstil ve hazır giyim alanında moda ve marka yaratılması, uluslararası nitelikte madenlerle- doğal taşlar dahil- ilgili politika belirlenerek stratejilerin netleştirilmesi odaklanılması gereken yollardan sadece biri… Türkiye, gelişmiş ülkelerin "karşılaştırmalı üstünlüğünü yitirdiği" birçok üretim alanında tarihinin en büyük fırsatını yakalamıştır ama, fırsatın değerlendirilmesinde ne yapılacağı konusunda bir ortak irade yeterince oluşmuş gibi gözükmüyor.
Ülkemizin kişi başına 25 bin dolar gelir yaratma potansiyel alanlarından bir diğeri de, kuantum mekaniğine dayalı bilgi teknolojilerini üretim becerisine erişebilmenin, termodinamiğe dayalı teknolojilere göre daha kolay, daha ucuz olmasıdır. Bu fırsatları değerlendirmek için karma organize sanayi bölgelerinin niteliklerini geliştirirken, yeni yatırımları sinerji yaratan kümelenmeyi esas alan ihtisas organize sanayi bölgelerine taşımak gerekmektedir. Siyasi irade, "üretim-mülkiyetine" dayalı OSB'leri kurallarına uygun biçimde tamamlayarak girişimciye sunulmalı ki yatırım akışı hızlansın, yatırım niteliği istediğimiz yönde gelişsin.
Dönüşüm ve işlem maliyetlerini azaltan, rekabette şans eşitliği yaratmayı gerek şart, rekabet üstünlüğü yaratmayı yeter şart olarak gören bir politika hızla yürürlüğe konmalıdır. Eğer siyasi irade bu alanda bir reform yapma iştahlılığı göstermezse, orta gelir tuzağı kaçınılmaz kaderimiz olacaktır.
Teşvik Sistemi, ekonomide bölgesel farkları azaltmaya dönük, mekânsal gelişme-odaklı klasik anlayıştan tam anlamıyla kurtulamıyor. Oysa küresel dönüşüm ve kriz sonrasının üretimdeki yeni iş bölümünü tanımlayan, mekandan bağımsız ve "proje-odaklı teşvik sistemleri " ile stratejik alanlara yönelen, "net bilgi, etkin koordinasyon ve odaklanma" ilkesini uygulayan toplumların hızlı kalkındıklarını biliyoruz. Bu süreç, ekonominin yüzde 70'inden fazlasına sahip bölgeleri teşvik etme konusunda yaratılan "korkuyu" aşmamız için de işletilmeli ve hızlandırılmalıdır.
Gelişmiş yörelerimizle ilgili bazı çevrelerin ve medyanın yarattığı korkuları aşarak yeni bir yatırım stratejisi geliştirmeden orta gelir tuzağını kıracağımızı düşünenlerin yanıldığını yakın dönemde hep birlikte anlayacağız. Son Teşvik Sistemi'nde stratejik projeler ve büyük projeler bağlamında atılan adımlar iyi bir başlangıç olsa da, net tanımlar yapılmadığı için etkin sonuç alınamıyor; bu sorunların tartışılması gündemde hak ettiği yeri almalı ki orta gelir tuzağına yakalanmayalım. Bu önerinin, görece geri kalmış bölgelerin kalkınması için gerekli ekonomik fazlayı yaratmanın da yolu olduğunu derinliğine anlayabilelim.
Günümüz rekabeti, "ölçek ekonomisinin erişebilirliği ile küçük ve orta ölçek yapının esneklik ve hızını dengeleyen yapıya" dayanıyor. Bu yapının, kapsayıcı kurumlarla işlerlik kazandırması gerekiyor. Bu denemede daha önce tanımlanmış "sömürücü kurumların" hızla tasfiyesi bir numaralı sorunumuz olarak gündemdeki yerini koruyor. Kurumlar iyi işlemediği için, ekonominin yönetiminde net bilgi, etkin koordinasyon ve odaklanmada gereken yoğunluk ,derinlik ve yaygınlık yapılanamıyor. Ülkenin coğrafi, tarihi ve kültürel derinliklerinde var olan olanakları ve kısıtları net biçimde belirleyerek, alışkanlıkla yönetme aşamasından, analizle yönetme aşamasına geçişin altyapısını oluşturacak reformları hızla hayata taşıyamazsak, orta gelir tuzağına yakalanmamız sürpriz olmayacaktır.
Söylemde çok yaygın biçimde orta gelir tuzağını aşmanın en etkin yolunu "insana yapılacak yatırım" olduğu belirtilse de, genel anlayış, siyaset dili ve tartışma üslubu "iç tutarlılık" ve "güven yaratıcı" uygulamalarla beslenemiyor.
Ülkemizin gündemi önemli ölçüde " inanç özgürlüğü ile düşünce özgürlüğünü" birbirinden ayıramama sorunlarıyla yüklü. Genellikle yaşam biçimi ve yaşam tarzlarını tartışıyoruz da, maddi ve kültürel zenginlik yaratarak insan yaşamını kolaylaştıracak "proje-odaklı tartışma" yapamıyoruz.
Orta gelir tuzağına yakalanmamak için, iktidar ve muhalefet dili son derece belirleyici… Siyaset "saldırı-karşı saldırı" ekseninde gelişen, "muhatabını yok etmeyi" önceleyen, " entelektüel gelişmeye katkıyı" gözetmeyen, "sistem kapasitesini artırma" kaygısı olmayan bir dil kullanılıyor. Böylesi bir dil, sorunları sağlıklı betimlemeye, sonuçları da gerektiği gibi belirlemeye yetmez.
Temsili demokrasinin temel ögesi olan "temsil edenlerin bağımsızlığını artıracak siyasi reform" gündeme bile gelmiyor. Seçim sisteminin yapılandırılması, "tek tip düşünceyi, çok sesliliğe taşıyacak mekanizmaların oluşturulması", en şeffaf ortamlarda bildiklerimizle söyleyebildiklerimiz arasındaki makasın kapanması, fiziki kaynaklar, insan gücü ve teknolojiyi üretim sürecinde etkin kullanmanın ortamını yaratır.
Ülkemizde "reform alanlarına" ilişkin bu listeyi alabildiğine uzatabiliriz. Söylememiz gereken ise şu: Siyasi iradenin, STK'ların ,girişimcilerin ve yurttaşların reform iştahı kaçarsa "orta gelir tuzağına" kaçınılmaz bir biçimde yakalanırız.
Reformlar için vesile yaratılmalı. Reform iştahını diri tutmak için Cumhuriyetin 100'uncu yılında yaratmak istediğimiz sonuçları tavsatan tutumdan kaçınmalıyız. Bu projelerin erişebilir olmadığını düşünsek de, projelerden vazgeçme yerine onları revize ederek tartışmayı sürdürme, umudu diri tutma konusunda ödün vermemeliyiz.
Asıl önemlisi, yaşanan büyük dönüşüm ve büyük kriz sonrasında oluşacak olan "yeni normal" koşullarının biçimlendirmesinde ne yaptığımızdır. Biz yeni normal oluşturulurken, " olası tehlikeleri önleyen, yeni yapılar tasarlayan, yeni işlevler tanımlayan ve yeni kültürü oluşturmaya çalışan aktörler arasında yerimizi alabilecek miyiz?
Geleceği inşa edecek "stratejiyi" kurgularken, yeni ilişkiler kurmaya, ortaklıklar oluşturmaya, partnerler belirlemeye, fırsatları değerlendirmeye, tehlikeleri en az maliyetle savuşturmaya, yeni kültürün fırsatlarını değerlendirmeye yönelik "reform iştahını" canlı ve diri tutmalıyız ki, saygı duyulan ve ilham veren bir toplum yaratmanın gereklerini yerine getirebilelim.
Denememizin beşinci ve son yazısında, orta gelir tuzağına düşmemek için "reform gündeminde" hangi konuların yer alması gerektiğini tartışmayı deneyeceğiz…
 

Tüm yazılarını göster