Mad Man, hiç kuşkusuz ki TV tarihinin en ikonik yapımlarından bir tanesi. (hele bir iletişim sektöründe çalışanlar için) Ben hala dönüp bazı bölümlerini izliyorum. Ve geçen gün yine izlediğim 2010 yılında yayınlanan “Suitcase” isimli bölüm, beni bir kez daha sarstı.
Bölümde, ana karakter Don ile onun ekibinde çalışan Peggy arasında şöyle bir diyalog geçiyor:
- Don: Bu senin işin! Ben sana para veririm sen de bana fikirlerini!
- Peggy: Ve sen de asla teşekkür ederim demedin, demiyorsun.
- Don: Para bunun içindir! Gençsin ve bir gün kabul görüp takdirini alacaksın. Dürüst olmak gerekirse, iki yıllık kariyerin var ve fikirlerini sayman kesinlikle saçma! Senin için her şey bir fırsat! Ve her sabah uyandığında sana başka bir gün verdiğim için bana teşekkür etmelisin!
Ne kadar sarsıcı bir hatalı iletişim ve yönetim felsefesi örneği değil mi? Bu iletişimin sonunda ne mi oluyor? Peggy, odadan çıkıp gözyaşları döküyor!
Bu sahne ve çalışanın geldiği hal, bizi hem sinirlendiriyor hem de sürdürülebilirlik ve ESG içinde “sosyal sürdürülebilirliğin” kapsamına giren yani çalışanı anlayan, destekleyen, gelişimine odaklanan ve birey olarak varlığına ve o kuruma kattıklarına değer veren anlayışın ne kadar önemli bir nokta olduğunu çok derinden hissettiriyor.
Konu insani açıdan zaten hayati. Ve üzerine Z kuşağının şirketlerin önümüzdeki yirmi yıl içinde yeni yetenekleri haline dönüşeceğini ve Deloitte’nin “WELCOME TO GENERATION Z” raporunda analiz ettiği gibi bu kuşağın işverenlerin kendilerine davranışları konusunda kişiselleştirilmiş beklentilerini ve bahsettiğimiz ilkelere önceki nesillere göre daha fazla inanıp bağlandığını düşünce konunun ciddiyeti daha da anlaşılıyor.
Çalışanları, ruhsal denge ve motivasyonlarını ve değer görme haklarını görmezden gelen anlayış, bir dizide bile yaralayıcıyken gerçek hayatta yeri hiç olmamalı.
Bu yüzden insan odaklı sosyal sürdürülebilirlik kurumların DNA’sına yerleşmeli diye düşünüyorum. Haksız mıyım?